Ord. Prof. Süheyl Ünver Üzerine Doç. Dr. Nil Akdeniz ile Bir Konuşma

Ferman KARAÇAM

Alıntı : İlim Sanat Dergisi  Temmuz-Ağustos 1986 Sayı : 8

Ord. Prof. Dr. Ahmed Süheyl Ünver 12 Şubat 1898’de İstanbul Haseki’de doğdu .  İlk  tahsilini evde, orta tahsilini hususi Menbaü’l lrfan rüştiyesinde, liseyi de Mercan idadisinde bitirdi. 1915’de buradan mezun oldu. 1927′ de  hocası Prof. Dr. Akil Muhtar Bey’in isteği üzerine Paris’e gitti ve orada iki yıl kaldı.

Diyabet koması, Amoniri konularında iki travay yaptı. 1933′ de Tıp tarihi ve Deontoloji kürsüleri hocalığına tayin edildi ve aynı zamanda İ.Ü.Tıp Enstitüsü’nü kurarak burasının başkanı oldu. Tıp tarihi alanında ve muhtelif konularda eserleri bulunan Süheyl Ünver aynı zamanda tezhip ve minyatür sanatına katkılarda bulunmuştur. Süheyl Ünver 14 Şubat 1986 günü İstanbul’da vefat etti.

Sn. Nil hanım geçtiğimiz Şubat ayı (14 Şubat 1986) içerisinde tıp tarihçisi Ord. Prof. Dr . A. Süheyl Ünver’i kaybettik.  Süheyl Ünver , bir hekim olmakla birlikte daha çok bir minyatürcü , bir tezhipçi  olarak tanınıyor. Sanatçı Süheyl Ünver’i ilk nerede tanıdınız ve nasıl sürdü bu talebe-hoca ilişkisi ?

Efendim hoca ile tanışıklığımız bir vazo yüzünden başlamıştır: Daha 17-18 yaşlarındaydım. Üniversitede hoca olan babamın yanına gitmiştim bir vesile ile. Orada bir memurun masasında ahşap bir  vazo gördüm. Üzeri çok güzel Türk işleme desenleri ile süslenmişti . Vazoyu nereden aldıklarını sordum. Bana o vazonun satın alındığını söylediler. Daha sonra, bir Profesörün Tıp Fakültesi’nde bu sanatı öğrettiğini , hem de para almadan öğrettiğini söylediler. Hayret ettim ; Tıp Fakültesi’nde işlemenin ne işi olduğuna değil, parasız-pulsuz öğretilmesini aklım almadı. Bunun cevabını 15 yıl sonra bizzat hocanın kendisinden aldım. ” Ben” dedi , “bunu ecdadımdan parasız öğrendim ve onun için parasız öğretiyorum ve öğreteceğim”. O zaman Beyazıt’ta şimdiki rektörlüğün yerinde çalışıyorlardı.

Sene 1 968, çok gencim, büyük bir ukalalık ettim , dedim ki , ben minyatür öğrenmek istiyorum . Halbuki bilenler bilir ki her şeyi öğrenirsiniz sıra en son minyatür gelir, en ince olan odur. O öyle olgun karşıladı ki, “iyi” dedi “biz sana minyatür öğretiriz ama, gel önce seninle biz geçmelerden bir başlayalım” ve bir kareli kağıt üstüne 5-6 tane geçme örneği çizdi işte böylece ilk çalışmamız başladı hoca ile.

Süheyl hoca ile beraberliğiniz 1968’den beri kesintisiz devam etti mi?

Tabii. Aralıksız olarak 1968 ‘den bu yana hoca ile beraberliği olan tek öğrencisi benim .

Hoca ile bu uzun süreli beraberliğinizi ben, sizin de bu sanatlara olan derin ilginize bağlıyorum. Siz, kendi açınızdan nasıl yorumluyorsunuz bu 18 yıllık beraberliğinizi ?

Benim ilgimin rolü büyüktür bunda ama , bu samimi hoca-talebe diyaloğunu sürekli kılan hocanın kendisidir, onun sohbetidir. Hocanın eğitim ve öğretiminde sohbetnin çok büyük bir yeri vardı : Kendi gençliğinde ki İstanbul’u anlatırdı, tanıdığı büyük insanların hayatlarından iyi örnekler verirdi. İslami bilgiler verirdi, hadisler öğretirdi ve sohbetlerinde peygamberimizi anlatırdı : “Şu işte peygamberimiz şöyle davranmıştır, bunu böyle yapmıştır ben de O’nu örnek alıyorum.” derdi. Mesela yiyecek ve içeceklerin soğuk veya sıcak olmamasına özellikle dikkat ederdi. Ve her ikisinin de sinir sistemimize son derece zararlı olduğunu söylerdi. Ayrıca “Gülmenin bir adabı vardır, peygamberimiz (s.a.v.) kahkaha ile gülmezmiş” derdi. Biz onun gülerken dişlerini bir kez bile görmüş değiliz. Yürümenin de bir adabı olduğunu söylerdi” Sanmayın ben yaşlandığım için böyle yavaş yürüyorum, gençken de böyle yürürdüm ben, çok yavaş yürümek tembelliktir, çabuk yürümek de çirkin bir görüntü verir” derdi.

Bize Süheyl Ünver hocanın biraz da çalışmasından söz eder misiniz, onu kütüphanede çalışırken izlediniz mi , başkalarından farklı bulduğunuz yanları nelerdir?

Evet çok güzel bir soru sordunuz. Bakın hocayı çoğu kimseden ayıran tarafı onun kütüphanedeki çalışma tarzı ve bu konudaki görüşüdür. Bazıları bunu yanlış değerlendirir.  Derdi ki: “kitap okunmaz, karıştırılır” ve o bu sayede büyük eserler meydana getirmiştir. Efendim afedersiniz bana da ters gibi geldi bu görüş, bunu biraz daha açarak anlatırsanız. Şimdi bakın hoca öyle yoğun bir kültür ortamındaydı ki biz bunu tahayyül bile edemeyiz. Osmanlı zamanında diyelim çarşıya çıktınız, her meslek erbabının giyim-kuşamını değişikmiş; kimi bir kemerin bağlanış biçimiyle, kimi elbisenin rengiyle, kimi serpuşu ile vs. birbirinden ayrılırmış. Korkunç bir kültür zenginliği var Osmanlıda ve kütüphaneler ile binlerce, onbinlerce eser var. Bu eserlerin genç kuşaklara aktarılması lazım. Hoca bu sahada tek olduğunu görüyor. Hiç okumakla yetiştirebilir mi ? Giriyor diyelim Süleymaniye’ye getiriyor kitapları, cildine bakıyor, kağıdına bakıyor, filigranına bakıyor, yazı çeşidine, hattına, müellifine, yazıldığı zamana, kimin adına yazıldığına, varsa fihristine bakıyor ve muhtevasına da şöyle bir göz atıyor. En önemlisi eserin dışındaki notlara, haşiyelere, yan bilgilere ve mührüne bakıyor, sonra da bize diyor ki ” bak falan yerede şu şu özellikleri olan bir eser vardır, git o eseri bul , oku ve derinlemesine incelemesini araştırmasını da sen yap “. O bir ömrün içine üç bine yakın eseri sığdırabilir miydi başka türlü yapsaydı ? Okusaydı olmazdı. İşte şimdi biz de onun eserlerine bakıp neyin nerede olduğunu öğreniyoruz. Ayrıca o sadece kütüphanelerine bakıp neyin nerede olduğunu öğreniyoruz. Ayrıca o sadece kütüphanelerde mi çalışırdı ? Hayır o bizim mezarlıklarımıza “heykel müzeleri”, “sanat şaheserleri” derdi ve mezarlar üzerine çok çalışırdı . Mezar taşlarında öyle bilgiler vardır ki, bizim kuşağımız buna pek akıl erdiremez. Mezar taşlarını inceleyerek bazı konularda istatistikler yapılabilir. Ayrıca ” taşların çoğunluğunu mahvettiler, kıymetini bilemediler’ ‘ diyerek üzülürdü . Bir de derdi ki:  “Rumların ve Yahudilerin mezarlıkları olduğu gibi duruyor, müslümanların mezarlıkları harabe oldu, ama kim yapmışsa, bunun sebebi kimler ise Allah onlara cezasını da verir, eğer onlar cezasını çekmezse evlatları bu cezayı çekerler” derdi.

Efendim Süheyl Hoca’nın yoğrulduğu kültür ile bizimki arasında çok fark vardır. Mezar taşları ile nasıl bir istatistik yapılacağına pek akıl erdiremeyiz biz. Oysa hemen her taş üzerinde ölüm sebebi ve tarihi yazılı olduğundan örneğin bir kolera salgınında şu tarihler arasında İstanbul’da şu kadar insanın öldüğünü anlamak mümkün. Şimdi ben size bir de şunu sormak istiyorum: Bize “yeni” ve “eski” diye kabul ettirilmiş iki değişik kültür ve sanat anlayışını Süheyl hoca nasıl değerlendirirdi?

Bir kere nasıl değerlendirdiği yaptıkları ile ortadır. Çünkü, hoca sadece bir dahiliye doçenti, bir farmakoloji doçenti olarak kalmamıştır: Mahyacılığı vardır, hattattır, ebru yapmıştır, minyatür yapmıştır, cilt yapmıştır, tezhip yapmıştır, sulu boya çalışmaları vardır. Ve sadece tıp tarihçisi de değil aynı zamanda kimya ve astronomi tarihi ile de yakından ilgilenmiştir, rasathaneler üzerine  kitabı vardır. Görülüyor ki hoca hem tek yanlı değil hem de o sizin sözünü ettiğiniz bize “eski ” diye öğretilen kültürle zamanımız arasında bir köprü kurmuştur.

Şöyle ifade ederdi bunu: ” Eskiden tekkeler vardı, insanı eğitmek sohbetle, muhabbetle olurdu” ve bunu hoca kendisi hayatı boyunca uygulamıştır. Ayrıca büyük bir hürmetle Amiş Efendi diye birinden çok bahis açardı . Bu Amiş Efendi’nin sözlerini ihtiva eden bir defteri vardı. Saygı duyardı eskı insanlara ; ” şimdikiler ezan okumasını bilmiyor” derdi.

Itri’nin sabah ezanlarını çok iyi taklit eden sımdiki Davutpaşa lisesinin karşısında ki caminin müezzini olduğunu söylediği Esad Efendi’nin ezanlarını özledim derdi. Bir gün burada bir ezan okudu teybim yoktu alamadım. Belki Uğur Derman almıştır.

Efendim özellikle içinde bulunduğumuz çağın başlarında; bugün bir çok insanın sevdiği önemsediği, sizin de ilgilendiğiniz klasik İslami sanatları yok edilmek istenmiştir. Yeniden bugünkü durumuna gelebilmesi için, çaba göstermiş insanlar arasında Süheyl Ünver Hoca önemli bir yer tutuyor. Size göre Süheyl Hoca bunu nasıl başarıyor, bir de bu yoğun çalışmanın sebeplerini nelere bağlıyorsunuz?

Sanıyorum bu sorunuz bir tek cevabı vardır: Hoca İslam-Türk sanatını seviyordu, hayrandı kendi kültürüne. Ayrıca onun hayatı çalışmaktan ibarettir.

Şunu özellikle söylemek istiyorum : Üniversite hayatı boyunca bir gün bile izin kullanmamış. Ama çalıştığı mevzuları o kadar seviyor ki, zevk alıyordu çalışmaktan, o çalışırken eğlenirdi. Bir bakıyorsunuz sulu boya resim yapıyor, bir bakıyorsunuz kütüphanede , bir bakıyorsunuz Bursa’da bir türbeyi ziyaret ediyor ve onunla ilgili bilgi topluyor, bir bakıyorsunuz attar dükkanında. yani o kadar çok konuyla ilgileniyor ki birinden öbürüne geçerken dinleniyordu. Gelişigüzel konularda konuştuğuna tanık olmadım ben; mesela bir deniz kenarında geçirdiği, ya da bir çay bahçesinde geçmiş herhangi bir gününün olduğunu sanmıyorum.

Bize derdi ki ” abur-cuburla arkadaş olmayın” Abur-cubur dan kastı vaktini boşa harcayan kimse idi. O’nun çalışmasını, zevkle çalışmasını bugün anlamak bir hayli güçtür.

Belki bu çalışkanlığını biraz da ailesine bağlayabiliriz: Babası kültürlü bir zat , dedesi hattat . Yoksa başka nasıl yorumlanır? O dönemde herkesin Osmanlıca veya Arapça ile yazılmış eserleri , kağıtları yaktığı, attığı, sattığı, ve değer vermediği bir devirde bunlara önem vermesi ve yine herkesin Türk süsleme sanatımızı hor gördüğü bir devirde, modernleşiyoruz diye bir kenara attığı devirde niye o önemsemiştir , niye bunları arşiv halinde toplamış, niye bu konular üzerine yayın yapmış, niye bu konularda talebe yetiştirmiş ? Kültürümüze olan tutkusu dışında bunu açıklamak çok zor. Nil hanım, sanıyorum Süheyl hoca her devirde çok rahat çalışıyor. Açıkçası; hoca hiç engellenmemiş.

Kısaca bunu neye bağladığınızı öğrenebilir miyim?

Her devirde çalışabilmesi yine O’nun çalışkanlığı ile açıklanabilir herhalde. Bu konuşma ve bu bilgiler için çok teşekkür ederim.

Ben de teşekkür ederim .

[st_tag_cloud]