Şehirde Hayat
Ahmet Yılmaz | Enes Aluç
25 Nisan 2020

Redaksiyon ve Araştırma : Büşra Onur  – Mimarhane 3. sınıf öğrencisi

Konu Başlıkları

10.30  Mesken Üzerine

17.20 Covid19 ile Beraber Ev Konusunun Gündemi ve Farkındalıkları

26.00 Balkon Kavramı

32.00 Evin ve İnsanın İhtiyaçları

46.00 Evde Mahkum Olmak

52.50 Yeşil Alan ve Bahçe

1.04.17 Apartmanlaşma

1.16.15 Ölçek ve Fiziki Çevre

1.26.00 Ev ve Sokak İlişkisi

1.34. 00 Sorular: Bahçeli Ev Zorunluluğu

1.38.35 Sorular: Hıfzıssıha Üzerinden Denetlemek

1.40.05 Sorular: Covid19 Sonrası Mekanlarda Aydınlatma

1.45.55 Sorular: Ahmet Yılmaz’ın Mekan Tercihi

1.47.50 Sorular: Apartman Nesli

1.52.00 Sorular:  İnsanların Güzel Tanımı ve Tercihleri

1.58.05 Sorular: Osmanlı Şehirleri

2.02.15 Sorular: Osmanlı Şehirlerinde Ağaç

Programın Ayrıntılı Redaksiyonu

Merhaba, sizlere 25 Nisan 2020 Cumartesi günü Mekansız Konuşmalar Serisi kapsamında Enes ALUÇ moderatörlüğünde gerçekleşen Ahmet YILMAZ ile “Şehirde Hayat” adlı programdan kesitler sunuyoruz. Keyifli okumalar!

Enes Aluç: Covid-19 ve sürekli yapılan canlı yayınlarla beraber üzerine çokça konuştuğumuz bir konu var: Mesken

Yaklaşık 150 yıldır hiçbir tarafında olmadığımız, düşünmediğimiz ve bizi dönüştürmesi üzerine de herhangi bir değerlendirme yapmadığımız bir mesele, ne oldu da  45 günde bıkılacak hale geldi?

  Marifet iltifata tabidir, müşterisiz meta zayidir diye bir atasözümüz var. Buradaki meseleleri biz çokça kendi aramızda da konuşmamıza rağmen bu metanın müşterisi yoktu. Bugün, bu salgın sonucunda bir müşteri ortaya çıktı ve sonuçta da insanların gündemine girdi. Yani biz bu meseleyi gündem sebebiyle  politik, popülist yaklaşıp  pragmatist tavırlar sonucunda ya bu meseleyi de konuşalım şu kadar kişi dinlesin diye değil, bunun daima en önemli meselemiz olduğunu bildiğimiz için devam ediyoruz.  Bu durum toplumun gündemiyle üst üste gelmiş oldu.

Edip Cansever bir şiirinde şöyle diyor:İnsan yaşadığı yere benzer, o yerin suyuna o yerin toprağına benzer.”

Bugün çoğumuzun içinde yaşadığı konutlar bizi nasıl dönüştürmüş olabilir ya da farklı bir açıdan soracak olursak yüzlerce yılda aktarıla aktarıla gelen ve daima da olgunlaşan bilginin ürettiği bir ev var. Biz bu eve sadece imrenerek mi bakacağız, romantik olarak mı bakacağız, yoksa bu evin dönüştürme özelliğini de kullanacak mıyız? diye bir soru ile başlayabiliriz.

Ahmet Yılmaz: Ev konusu öyle bıktıracak kadar gündem oldu mu, açıkçası emin değilim. Deprem olur zeminciler konuşur, salgın olur doktorlar konuşur, herhangi bir felaket olur birileri konuşur ama mimarlar ya da bu işin içindekiler hiçbir zaman gündemin içinde yer almaz. Aslında bütün fiziki çevre ile ilgili onlar sorumludur.

Dolayısıyla salgın nedeniyle şehir ve evin gündem konusu olduğunu düşünmüyorum. Çünkü sorunun ya da çözümün bir parçası olarak “ev” konu edilmiyor. Ben, sonrasında “nasıl bir çözüme gidilir,  bizim ne yapmamız lazım” şeklinde herhangi bir konuşma görmedim.

Enes Aluç: İki aynı meslekten arkadaş oturup konuştuğu zaman anlaşabiliyor ama farklı disiplinlerden insanların ortak noktada buluşabilmesi için deprem veya salgın gibi küresel çapta bir olayın olması gerekiyor ki bizim de gündemimize girebilsin, böyle bir sonuç var maalesef. Ne olması lazım ki biz evi gerçek manası ile konuşalım? 

Ahmet Yılmaz: En azından şunu söyleyebilirim, yıllardır yakınınıza bile anlatamadığınız bazı şeylerin anlatılabilir hale geldiğini düşünüyorum. Bahçenin, sınırlı da olsa kendinize ait bir açık alanın veya yarı kamusal alanların ne kadar önemli olduğundan, zemin ile kurduğu ilişkiden vs. hep bahsediyorduk ama bunlar çok fazla kulak ardı ediliyordu. Şimdi yakın çevremizle görüşmelerimizde bu meselelerin gündelik hayatımızda karşılığını gördükçe “evet bu konular aslında önemliymiş” gibi bir  dönüt alıyoruz. Bu konulara yönelik bir farkındalık oluştu.

Enes Aluç: Evet, bugüne kadar insanlar dinliyorlardı ama ciddiyetinin farkında değillerdi. Fakat şu an “evet, senin dediğin de önemliymiş” diyorlar. Fakat ikinci soruyu da soruyorlar mı? “Bunu  yıllardan beri anlattın ama sen sadece bunun olması gerektiğini mi düşündün yoksa nasıl olacağını da düşündün mü” diye bir soru geliyor mu?

Ahmet Yılmaz:Bence problemi kabul edersek diğeri çözülebilir. Türkiye’de sorun: problemi kabul etmemekte. İsmet Özel’in şöyle bir söz var ya “ tüm ütopyalar gerçek, gerçekler ütopya oldu.“ Yaşadığımız durumlar, öncesinde anlatılsa çok şaşıracağımız mevzularken bugün gerçek ve kabullendiğimiz meseleler haline geldi.

Ben yaşadığımız evin ya da çevrenin gayri insani olduğunu, salgınlarda veya buna benzer afet durumlarında anlatabileceğimizi düşünüyorum.

Enes Aluç: İnsanların mimari çevreyi, bir sonuç olarak kabul etmekten ziyade bunun bir şeyleri dönüştürebileceğini zannetmeleri mi acaba asıl problem? Bir sonuç ortaya çıkıyor, sonrasında problemin asıl kaynağını düşünmek yerine problemin, içinde bulunduğumuz mekanlar olduğunu düşünmeleri mi?

Ahmet yıllmaz: Bugün itibariyle ‘elimizdeki küçük şeyin elimizde olmayan büyük şeyden daha kıymetli olduğunu topluma anlatabileceğimizi düşünüyorum. En azından kanun yapıcılarına, merkezi yönetime anlatabiliriz.

Enes Aluç: Yani bunu ciddi manada izlemek, değerlendirmek ve geri dönüşlerini almak lazım. Zaten meslek pratiği içerisine bakınca bir şeyler yapılıyor ama yapan kişi, onun içerisindekilerden bir geri dönüş almadığı için veya toplum bilimciler mekanlar üzerinden bir okuma yapmadıkları için biz de doğruyu yanlışı madde üzerinden tanımlayamayabiliyoruz.

Bugünlerde  “evde kal çağrıları yapılıyor ama hangi evde nasıl bir evde kalınılacağı ile alakalı düşünülmüyor.   

Zamanında ev meselelerinde  “her musibetten bir ders çıkarılır” şekilde ilerlenseydi ve toplumun her katmanında da dikkate alınsaydı acaba biz böyle evlerde mi otururduk?

Bugün apartmanlarda oturan insanlar balkonlarını metrekare uğruna feda eden müteahhitlere ses çıkarmayıp bu evlerde oturmaya kendilerini razı ettiler. Şimdi de  “ 1-2 metrekare  balkonum olsaydı da tabiiatla bir ilişki kursaydım” diyorlar,  bu samimi bir şey midir?

Balkon, insanın tabiatla ilişki kurmasına fayda sağlar mı?

Balkon bahçenin yerini tutar mı?

Ahmet Yılmaz: Geçenlerde bir gazeteden yazar,  balkonların zamanla Fransız balkonlarına dönüştürülmesi ve klasik anlamdaki apartmanlarda olan balkonların kaybedilmesi vs. üzerine aradı.

Ben de dedim ki “Koyunun olmadığı yerde keçiye Abdurrahman Çelebi derlermiş. Bahçe olmadığı için balkona methiye düzecek halimiz yok ama bu, bahçe ile karşılaştırılacak bir şey değildir. Biz, bahçeyi kaybettik balkona razı olduk. Sonra balkonu kaybettik, Fransız balkonlarına razı olduk ve elimizdekileri böyle kaybettik. Şimdi bunları kaybettiğimiz gibi geri almaya çalışıyoruz. Önce balkonu sonrasında bahçeyi..

Enes Aluç: Bir ev, bu evin ihtiyaçlarına cevap verdiği nispette bir gerçek bir ev olabiliyor.  Şunu sormak istiyorum:  Konutlar bugünkü halini bu ihtiyaç ve ihtiyaca verilen cevabın çerçevesinde kurulan bağı kaybettiği için mi bu hale geldi yoksa evler kaybolduğu için mi biz bunları yaşıyoruz?  Biz bahçeyi, klasik balkonları kaybettiğimiz gibi evleri de mi kaybettik ki bu hale geldik?

Ahmet Yılmaz:  Bence insan kaybettiğinin farkında olacak,  farkında olmak için de bir kere düşünmesi lazım.

İhtiyaç hissedebileceği bir yaşama koşulu olduğunda bazı şeyler sorulur. Diğer türlü ihtiyaç hissetmeden pazarlama metoduyla ihtiyaçmış gibi göstererek bazı şeyleri yaparsınız. Bu işin uzmanları, insanları kafasını sokabileceği evler ancak apartmanla olabilir, başka türlü de olmaz şeklinde çözüm sundular ve bugünlere gelindi.

Oda dediğimiz şeyin içinde hareketli ve sabit unsurlar, hayal kurabileceğimiz unsurlar vardı. Bütün bunlar aslında o odanın diliydi. Şimdi hepsi taşınabilir, modayla beraber değişen mobilyalar haline geldi.

Enes Aluç: Biraz önce anlattığın dünya içerisindeki oda ile bugünkü oda arasında aslında hiçbir benzerlik yok. Sadece içinde vakit geçirme ortak özelliği var. İnsanın ihtiyaçlarına göre şekil alan, daima hareket halinde olan, birçok ihtiyacı da karşılayabilen bir oda tasavvuru varken şu an ne oldu da ihtiyaçlarımıza cevap vermenin dışında sanki bizim oda ihtiyacımız yokmuş da odanın bize ihtiyacı varmış gibi odanın bize sunduğu imkanlar nispetinde şekillendiğimiz bir hale geldik?

Sorunun kaynağını bilirsek belki farklı bir açıdan da bakabiliriz diye soruyorum. Ne oldu da oda bu hale geldi? Bu şekilde dönüştü?

Ahmet Yılmaz: Yaşadığı çevreye dahil olamayan insan, yavaş yavaş edilgen bir varlık haline geldi.

Ev de edilgen hale geldi. İnsanın kendisi hareketli olması gerekirken statik olan mobilyalar hareketli halde.

Eskiden statik mobilyalar insanla birlikte dinamik hale gelebiliyorken bugün,  hareketli unsurlar, statik hale geliyor.  Özne olan biz değil de yerinden kaldıramadığımız evdeki mobilyalar oldu.

Mesela, Eskiden okul hayatımız boyunca kiraya taşınırdık. Okul döneminde ev kiralar, okul bittiğinde tekrar taşınırdık. Çünkü getirdiğimiz şey çok sınırlı ve sabitti. (Resim 2)

Taşınmak, sizin hareket etmenizi sınırlandıracak bir güç değildi. Bugün taşınmak için evin önüne tır gelmesi lazım.

İnsanlar hareket edemiyor. Çünkü; her şey hareketli, her şeyi taşıyorsunuz. Dolayısıyla insanlar, girdiği yerde kalmak istiyor, bazı şeylere mahkum oluyorsunuz, hareket imkânlarınız sürekli kısıtlanıyor.

Mobil olan her şey sizin mobil olmanıza mani oluyor. 

Enes Aluç: Bu doğrultuda ihtiyaç meselesi de gündeme geliyor. İhtiyacımız büyüklüğünde, mekana uygun olanı seçmemizin haricinde, ihtiyacımız olmayan birçok şeye de sahip olmak gibi bir durum ortaya çıkıyor.  Yani asıl ihtiyacımızı tespit etmediğimiz için o ihtiyaca cevap verecek mekanları da algılayamıyoruz.

Ahmet Yılmaz: Tarih boyunca insanın eşyaya, malzemeye,çevreye karşı “sahip olma isteği” var. Ve bu edinildikten sonra kaybedilmesi daha zor oluyor, geri dönüşüm imkansız hale geliyor.

Kendimden örnek vereyim: İstanbul dışındayım, şuan bulunduğum yer 50 60 metrekare, bahçesi olan bir ev.  İstanbul’da oturduğum ev, 160 170 metrekare gibi bir evdi.

Şimdi bana sorsanız “Hangisi daha büyük?”

Bu ev. Biz 20 metrekarelik bahçeyi kendimize çok gördüğümüz, büyük şeyler istediğimiz veya öyle hissettiğimiz için kendi yaptığınız hapishanelere mahkum olduk.

Enes Aluç: Normalde, çok yoğun bir bölgede oturuyor ve çok yoğun bir bölgede çalışıyorsun. Şu an  İstanbul dışında başka bir şehirde, anlattığın özellikleri taşıyan bahçeli bir yerde yaşıyorsun. Evet mekan olarak sen bunu hissediyor olabilirsin ama çocukların da aynı şeyi hissediyorlar mı? Yoksa  bir an önce dönelim de şu kalabalığa karışalım diye bir düşüncelerine var mı?

Ahmet Yılmaz: Orada evde kalacaklardı zaten, burada da evde kalıyorlar ama burada başka canlılar,  meşgul oldukları başka şeyler de var. Bahçeye 5 tane meyve alıp diktik. Diktiğimiz meyveler şimdi yeni erik vermiş onu görebiliyoruz. Konuşacak, anlatacak çok şey var burada, bizim normalleşmemiz gerek, ben şuan burada  normalim. Benim için anormal bir durum yok.

Enes Aluç: Normale dönmek mümkün mü peki?

Ahmet Yılmaz: Çok zor değil. Şu anda kent parkları bölsünler, 20’şer metrekare evlere dağıtıp insanların evlerine tahsis etsinler daha iyi.

Olağanüstü durumda balkonu farkettik, bahçeyi de fark edersek talep edeceğiz. En azından bahçenin kıymetini fark edecek bir çevremiz olacak.

Enes Aluç: Beraber katıldığımız bir doktora çalışmasında kent parklarının aslında çok samimiyetsiz olduğunu, bunların bir çözüm olmayıp bir günah çıkarma faaliyeti olduğunu söylemiştim ve çok ciddi bir tepki almıştım. Şimdi, koca koca kent parklarımız, millet bahçelerimiz var ama sokağa çıkma yasağıyla beraber bunlara bir erişimimiz yok.

Bu noktada, aktif yeşil ve pasif yeşil kavramlarını da anlatarak bahçelerin işe yararlılığı noktasında bir şeyler söylemek ister misin?

Ahmet Yılmaz: Şehircilik alanında doktora yapmaya başladığımızda, TOKİ’nin çalışmalarında,  kentsel tasarım projelerinde kendi meslektaşlarımızı bile ikna edemedim bu konuda. Bununla ilgili istatiksel bilgileri temin ederek yaptığımız bir çalışmada; en çok kullanılan yeşiller ve yaş gruplarına göre kullanılan yeşiller, evin bahçesi, kullanıcı grupları kimler, birkaç komşunun kullandığı bahçeler, izlenebilir bahçeleri vs. değerlendirdik. Fakat tüm bu yeşil alanlar, sayısal değer olarak çok sınırlı. Zaten bu parklara cumartesi pazar akın edilmesinin nedeni de bu. İnsanlar yeşil bulamıyor zaten. Herkesin yakınından, izlenebilen sokağından, mahallesinden yeşili alıp başka bir yere toplayıp koyarsak tabii ki insanlar balkona, yeşile ihtiyaç duyacak.

İmar yönetmeliklerinde yapılaşma dışındaki bahçenin sayısal değeri yok. Yeşil olarak sayısal değeri olan şey, sizin hükmedemediğiniz, müdahale edemediğiniz, dahil olamadığınız parklar olmamalı.

50’li yıllarda basılan Kemal Ahmet Aru’nun bir kitabında*, Dünya Savaşı sonrası problemi nasıl çözeriz diye pek çok ülkenin yöneticileri, mimarları, masaya oturup çözüm arıyorlar.  – bizim de salt problemi çözme niyetiyle doğru insanlarla beraber masaya oturmamız gerekiyor-

Ellerinde uçak saniyesi için alınan yüklü miktardaki alüminyumları konut sektöründe kullanmaya karar veriyorlar ve birçok yapı alüminyum kullanarak inşa ediliyor.

Savaş sonrası bile apartman şeklinde evler yapmamayı tercih edip bu evleri 1-2 katlı bahçeli müstakil bir şekilde yapıyorlar.

Enes Aluç: Yani elindeki malzemeyi değerlendirmesi ayrı bir durum ama o malzemeyi değerlendirirken yüksek katlı bina yapabilecekken yapmaması, yine insanlara bahçeli ve az katlı, o kişiye ait olan meskenler sunması da  apayrı bir şey. Bunun sağlanması ile ilgili ne söylersin?

Ahmet Yılmaz: Apartman bloklarının sorunlarını,  sosyolojik problemlerini  deneyimlemiş insan olarak savaş sonrasında bile o apartman bloklarını insana reva görmüyorlar.

Enes Aluç: Bizde gereksiz bir kutsama var, insanın aklına doğrudan yüksek katlı bir şehirleşme geliyor. Sadece yoğun nüfuslu olan yerlerde değil Türkiye’nin herhangi bir ilinin herhangi bir köyünde de yüksek katlı yapma eğilimi gösteriliyor, buradaki problem nedir?

Ahmet Yılmaz: Bu işi bir şekilde spekülatif hale getirip çok yer satmak ve çok para kazanmak isteyenler sınıfı dışında birileri yapılmış 2 3 katlı imar planlarına doğrudan müdahale ediyor. Plan yapıcılar, buradan başka türlü kazanç sağlamak amacıyla halk ya da kullanıcılar bunu istiyormuş gibi yapıyor.

Enes Aluç:  Halk  bunu bence istiyor, istedi zamanında. Ama istiyorsa da olaya daha proaktif bakıp bir kural koymak gerekiyordu. Mesela köyden kente göç etti ve hiç bir dirençle karşılaşmadı, bir yeri çevirdi kendisine barınmak için bir yer yaptı. Daha sonrasında o toprağın değerlenmesi sonucunda da kendi evini yıkıp toprağın üzerine 3-5 katlı bina yaptı. Hiçbir plan yapıcı sen bunu yapma demedi ama buradaki plancının asıl görevi “sen bunu yapamazsın” demekti.

Ahmet Yılmaz:Bir şekilde toplumsal barışı sağlayacak, adil paylaşım yapacak bir düzenlemeye gidilmesi lazım, yani toplumun göremediğini öngörecek bir otoriteye ihtiyaç var.

Enes Aluç: Sen söyleyince hatırıma  geldi: Osmanlı son dönemlerinde ve Cumhuriyetin ilk dönemlerinde ev hakkında ciddi manada düşünen figürler vardı. Onlar eskiyi görerek ve mukayese ederek çalışmalarını yürütebiliyorlardı. Bugün ise bizim eski ile daha doğrusu 500 yıl içerisinde oturmuş bilgi birikimi ile münasebetimizde ciddi problem var.  Bize bugün

 50-60 sene önce yazılanlar, romantik bir metin gibi geliyor.

 Bundan 30 40 sene sonra okuyanlar da aynı romantik tadı mı alacaklar? Yoksa bir şeyler başarmış olacak mıyız?

Ahmet Yılmaz: Ben, gelecek neslin bu çevreyi tahammül edeceğini düşünmüyorum.En azından bizim yaşamaya mecbur olduğumuz  fiziki çevreyi daha kolay fark ettiklerini düşünüyorum. Çünkü;  onların yaşamak istedikleri çevre daha farklı. Onların yaşamak istediği çevreyi biz onlar için statik olarak inşa etik ve onu dönüştürme imkânlarını ellerinden aldık. Bu büyük bir zulüm aslında.

Yapı malzemesi olarak da ciddi bir şekilde düşünülmesi gerekiyor. Ben hiçbir zaman kerpiçi ya da çamuru kutsayıp betonu tümüyle yeren biri değilim. Ancak onu da doğru bir şekilde kullanıp insan gücüyle dönüşüme açık olarak kullanmamız gerek. İnsanın makineye ve büyük mekanik sistemlere ihtiyaç duymadan onu geliştirmesi gerek, bence mimaride en önemli şey bu.

Ölçek olarak küçük, kaldırabileceğimiz taşla, ahşapla, kirişle, taşınabilir yapı elemanlarıyla çevremizi inşa edebilirsek insanın sürekli etkin olduğu ve dönüştürebileceği bir fiziki çevrede yaşayabiliriz. İnsanın bu sürece bir şekilde dahil olması gerekiyor.

Enes Aluç: Bu ölçek meselesi önemli gerçekten ama şunu da cevaplamanı istirham ediyorum: Yapılanları insan ölçeğinde olması gerekiyor deniyor ama nedir bu insan ölçeği? 

Ahmet Yılmaz: İnsan ölçeği, fiziki çevrede insanın kendini ezilmiş hissetmediği, onun kendini daha değerli hissettiği bir ölçek aslında. Yapı elemanları olarak da mekanın ölçeğini belirlemek için de önemli bu ölçek meselesi.

Enes Aluç: Bizim ölçülerimizle bizim gücümüz nispetinde üretilmiş mekanların içerisinde yaşadığımız zaman, “ölçeğinde” yaşamış oluyoruz bir manada. Bir de mahalle var, sokaklar var, şehir var.  Acaba evin bir görevi de, kendi ölçeğinden büyük olan sokağa mahalleye ve şehre insanı hazırlamak diyebilir miyiz? Bugünkü apartmanları kastederek söylüyorum, kapıdan çıkar çıkmaz hemen karşında çok daha büyük bir apartmanla karşılaşıyorsun, senin oraya uyumunu gerektirecek herhangi bir merhaleden geçmiyorsun.

Ahmet Yılmaz:  Aslında tarihi çevreyi düşündüğümüzde, 2-3 katlı evleri taşıyan sokaklar, evleri muhafaza edilerek 5 katlı binalara dönüştürüldü.

Ve siz yükseldiğiniz zaman eğer ki karşı bina dışında  görebileceğiniz bir manzara yoksa aslında eve hapis oluyorsunuz. Geçmişte de o sokakta 2 katlı evler vardı ama sizin başka ufuklarınız vardı, bahçeniz vardı. İsterseniz sokakla ilişki kuruyordunuz, istemezseniz kurmuyordunuz. Dolayısıyla buradaki yanlış nispet (var olan sokaklara 5 katlı binaların yapılması)  çok katlı yapılaşma için anormal bir şey. O sokağın da belli bir ölçeği olmalı sonuçta. Sokağı bir oda gibi düşünelim, çok büyüdüğünde orada kaybolmaya başlıyorsunuz. Sokak da aynı. Sokak büyümeye başladığında insan kayboluyor.

İnsan öyle bir fiziki hanede yaşıyor ki, olduğu yerde olmak istemiyor, başka yere gidiyor. Çünkü onu orada mutlu hissettirecek hiçbir şey yok. Sınırlanmak istemiyor ama aslında o sınırın içinde yaşıyor.

Bu arada kat mülkiyeti konusu da çok sıkıntılı. Avrupa’da sosyal bilimcilerle hukukçularla bu konu tartışılmış ve koşulları belirlenmiş. Ama bizde bu mesele hiç tartışılmamış. Murat Şentürk’ün bu konuda derlediği önemli bir külliyat var, (https://www.researchgate.net/publication/322831516_Yasanabilir_Sehir_Tasavvuru_ve_Kentsel_Donusum) Avrupada nelerin yapılıp nelerin yapılmadığı anlatılıyor.

Enes Aluç: Yani mesele edilmemesi asıl mesele.

Dinleyicilerimizden gelen bir soruyla devam edeceğim. İstanbul standartlarında her konuta yeşil alan koymak ne kadar mümkündür, ayrıca şu anda dahi yeşil alan artı bir maddi değer katıyorken İstanbul’un bu durumda alım gücü ne olur? 

Ahmet Yılmaz: Eğer konutun değerine madde olarak bakılırsa böyle.  Birisinin bir  evi var, bulunduğu yerde fiyatı 100 lira iken ona 500 liralık bir yer veriyorsunuz, peki bu durumda 400 lira nereden geliyor? 400 lira karşılığında ne oluyor, bu artışın bir getirisi var mı? Bundan bankalar kazanıyor, müteahhitler kazanıyor ama şehir kaybediyor.

Bir şey çok pahalıysa az demektir. Çoğalırsa ucuzlar.  Birileri bilinçli olarak konut sorunu olsun istiyor, konut fiyatları artsın diye. Bahçeli ev az olsun istiyor. Ona erişmek zor olsun ki pahalı olsun. Oysaki bahçe bir tercih değil, bu konuda sorumlu olan kişilerin vermesi gereken bir zorunluluk.

Enes Aluç: Bir başka soruya geçiyorum, anlattıklarınızdan şehir hayatı mevzusunun aslında bir hıfzıshha meselesi olduğunu da anlamamız gerektiğini düşünüyorum. Sağlık Bakanlığı bu süreçte çok aktif, devamında Sağlık Bakanlığı’nın bu konuların içine girip plan yapıcıları kanunen Hıfzıssıhha üzerinden denetlemesi söz konusu olabilir mi?

Ahmet Yılmaz:  Sağlık Bakanlığı’nın, sağlık meselelerinin fiziki çevre ile doğrudan ilişkisi olduğunu fark edip mekansal planlama yönetmelikleri yazılıyorken bu fiziki çevrelerin oluşturabileceği psikolojik problemlerin çevre ile ilişkisini kurarak doktorların ve bu konudaki uzmanların da dahil olmasını sağlaması lazım. Bakanlığın bunu fark ettiğinde daha doğru noktalara gideriz diye düşünüyorum.

 

Enes Aluç: Bir başka soru, mekanlardaki renk ve aydınlatma şekli nasıl değişecek? 

Ahmet Yılmaz: Bu süreçle beraber çevremizi tanımaya, içinde yaşadığımız ve vakit geçirdiğimiz için onu etüt etmeye, değerlendirmeye, eksiğini fazlasını anlamaya çalışıyoruz. Dolayısıyla, ev tercihlerinde evin gün ışığını ne kadar aldığını önemseyip hep Kuzeye veya hep Güneye bakan evlerin ne kadar problemli olduğunu vs. anlamış oluyoruz.

Enes Aluç: Ahmet Yılmaz, kendi evini tasarlayacak olsa en öncelikli baktığı şey ne olurdu? 

Ahmet Yılmaz: İstanbul’da merkezde bir yerde ahşap, eski bir ev alıp küçük bir bahçesi olsun istedik ama yapamadık. Apartman dairesinde geçinmeye devam ediyoruz. Ama öncelikli büyük yapmamaya çalışırdım.En önemlisi bu. Çünkü, küçükse evi kontrol edebiliyorsunuz.

Enes Aluç: Çocukluğumu büyük bahçeli, ahşap tavanlı bir evde geçirmiş biri olarak bahçenin de tavana bakıp kurulan hayallerinin de değerini nbilincindeyim, fakat artık bir apartman nesli oluşuyor diyebiliriz. Gelecekte çoğu insanın dedesi dahi bu duyguları bilmeyecek. Bu duyguları hiç deneyimlememiş bir insanı bahsettiğimiz değerlere çekmek hakikaten mümkün mü, yoksa boşa kürek çekiyor olabilir miyiz?

Ahmet Yılmaz: Talep olmadan bir şey olmaz, ama en azından alternatifi de sunmamız gerekiyor. Burada evin malzemesine ve mimarisine gelmeden önce ölçeğin ve bahçesini düşünmek gerek. Özgürlüğünüzü sürdürebileceğiniz mekanların ne tür mekanlar olduğunu sorgularsanız kendiliğinden talep edebiliriz aslında.

Apartman zorunlu ortaklıktır, burada özgürlük olmaz, özgür düşünme de olmaz. Orada benzer zamanda kalkan benzer zamanda yatan, aynı türden giyinen, aynı standartlara sahip tek tip insan üretirsiniz. Ama ilelebet bu böyle olmayacak. Tek tipleşmenin aslında gerçekçi olmadığını,  insanlar kendilerine ait başka değerlerin de olduğunu, yaşadığı yerde kendileri gibi yaşamaya başladığında farkedecek. Eğer bu dönemi iyi analiz edersek kendiliğinden bu talepler oluşacak diye düşünüyorum.

Enes Aluç: İnsanlar ev özelinde ve genelde güzeli neden istemiyorlar? Zihinlerindeki güzel tanımı mı farklı?

Ahmet Yılmaz: Ben insanın böyle bir tercih alternatifi olduğunu düşünmüyorum. Koşullar, insanları bazı şeylere mahkum ediyor. Ama biz istersek bunu hayatımızın bir aşamasında başarabiliriz. Başaramıyorsak da başarılması ile ilgili gerekli bilgiyi anlatabiliriz. Yani, ben insanların güzeli sevmediğine inanmıyorum. Bulundukları yerde mecburiyetten bulunduklarını düşünüyorum.

Enes Aluç: Devletin bir birimi olan TOKİ’ye iş yapıyorsunuz, bu projeleri hazırlarken konuştuklarınızı karşı tarafta uygulanması noktasında yol kat edebildiniz mi?

Ahmet Yılmaz: Hep çok katlı yapmaya sevk eden bir yönetmelikler dizisi var. Hatta bazen yönetmelikleri müteahhitler mi hazırlıyor diye düşünüyorum, ya da toplumun birçoğu müteahhit oldu.

Biz ne yaptık? Yapmaya çalıştığımız planlamalarda mahalle, mahalle alt bölgesi, komşuluk, izlenebilir bahçe, erişim olanakları vs. bunlara dikkat etmeye çalıştık. En azından söylediğimiz şeyleri yapmak için çaba ve direnç gösterdik.

Enes Aluç:  Osmanlı şehirlerinin hepsi uzaktan birbirine benziyor ama yaklaştıkça oradaki coğrafyanın getirdiği şartları da içinde barındıran farklılıkları görebiliyoruz. Bu nasıl mümkün olabiliyor?

Ahmet Yılmaz: Yapı Elemanları benzer dili konuşunca onlardan oluşan ev de benzer dile sahip oluyor.

Mekanın yapı içerisinde konumlandığı yer, onu ayrıcalıklı kılıyor, malzeme değil.

Enes Aluç: Hangi coğrafyada olursa olsun merkezde üretilen bir kültür bir birikimi varsa o kültür birikimiyle mekanlar oluşuyor. O zamanki mekanların aynı olması buna bağlanabilir ama yaklaştıkça da farklılaşması oranın malzemesiyle ilşkili olması olabilir.

Bugünün evlerinin hepsinin birbirinin aynısı olması da, insanın özelliğinden değil, İhtiyaçtan değil, yönetenlerin bu şekilde olmasını isteyip bunu her yere reva görmesiyle oluşuyor. 

Son bir soru daha var: Osmanlı Şehirlerinde kamusal alanlarda ağaç dikiliyor muydu, dikiliyorsa bakımını kim yapıyordu?

Ahmet Yılmaz:  Osmanlı sokaklarında konut olan yerlerde ağaç göremiyoruz. Şehirde de ağaç olan yerler sınırlı oluyor ama külliye çevresinde veya vakıf mülkündeyse onun bakımını sağlayacak görevli kimseler de oluyor.

Bir yere bir şey (çeşme, ağaç, vs.) yapıyorsanız, onun yaşayabilmesi için mutlaka bakımını da giderecek yapıyı da kurmanız lazım.

İkincisi, kamusal alana hangi ağacı dikeceksin?

O dikeceğiniz ağaca o sokağın kullanıcıları ile birlikte karar vermeniz gerekiyor.

Onun dışında da iklime göre değişen, şehrin çeperlerine doğru büyük ağaçların yer aldığı bostanlar, tarlalar oluşuyor. Parsel büyüklüğüne göre de meyve bahçelerini yeşil olarak görüyoruz.

Yani boşlukta kalan hiçbir şey yok. Bugün sokağa her bulduğumuz yere Belediye ağaç dikiyor. O ağaç o iklimin mi, doğru mu bakıyorsun, bunlardan hiç haberimiz olmuyor.

Bazı okuduğum bilgilerden, otoriteye ait, yönetime ait mülkiyetin de olmadığını görüyoruz. Mahallenin işçilerine giden sokaklar, o mahalleliye ait, hanelerin mülkiyeti zaten kendilerinin, çarşıdaki alan vakfiyeye ait.

Otorite ve yönetim merkezi olamayan ama kendi kendini yöneten bir şehirden bahsediyoruz, bize bu durum ütopik gibi geliyor. Bugün birileri karar veriyor, bizim paralarımızla yapıyor ama oradaki hiçbir şeye biz sahip olmuyoruz.

Enes Aluç: Oradaki kararların hiçbir tarafında olmuyorsun, sadece sana uygun görülen çevrede yaşıyorsun. 

Ahmet Yılmaz: Bu durum üzerinde gerçekten düşünülmesi gereken bir konu. Kamusal alanda kullanıcıların tasarruf hakkının olması gerekiyor. Eğer biz onu yaşatıyorsak bir şekilde bizim orada karar verici olmamız gerekiyor.

Konuşmacılara ait link :

Ahmet Yılmaz

Enes Aluç

Programda Bahsi Geçen Kitap ve Kaynaklar

Avrupa’da Mesken Problemi / Kemal Ahmet Aru/ İTÜ Mimarlık Fakültesi Yayınları

Yaşanabilir Şehir Tasavvuru ve Kentsel Dönüşüm/ Murat Şentürk