Endülüs Kültür ve Medeniyeti: Bekir Karlığa ile Bir Konuşma

İsmail Kıllıoğlu

Alıntı: İlim ve Sanat Dergisi, Eylül-Ekim, 1986, Sayı:9, 59-65

Sayın Karlığa, yaklaşık bir yıl Avrupa’da kaldınız ve özellikle İspanya’ya gittiniz. Gerek Avrupa ve gerekse İspanya ile ilgili izlenimlerinizi aktarabilir misiniz?

İslam düşüncesinin Batı’ya geçişinde iki büyük merkez önemli rol oynamıştır. Bunlardan birincisi ve en önemlisi yaklaşık sekizyüz yıl boyunca İslâm hakimiyetinde kaldıktan sonra tek ferd dahi kalmamacasına soykırıma uğramış olan Endülüs yani İspanya’dır. Diğeri ise yaklaşık iki asırdan fazla İslâm’ın hüküm sürdüğü bugünkü İtalya’nın güneyinde yeralan Sicilya adasıdır. Her iki bölgede de günümüze kadar intikal eden pek çok İslâmi eser bulunmaktadır.

Latince’ye tercüme edilen İslâm eserlerinin büyük bir kısmı ise Paris ve Londra kütüphanelerinde saklanmıştır. İspanyolca’ya aktarılanlar da Madrid’de Escorial kütüphanesinde yeralmaktadır. Biz bu sebeple Anadolu’dan çok önce müslüman olmuş ve son derece değerli abideler ve eserlerle süslenmiş olan Endülüs’ü ziyaret etmek gereğini duyduk. Ayrıca daha imam-hatip okulunda öğrencilik yıllarımda Endülüs İslam medeniyetinin parlak ihtişamını okuduğum Mehmet Âkif ‘in Tarık b.Ziyad destanını yazmak için Endülüs’e gitme isteğinden haberdar olduğum ve yine büyük Şair İkbâl’in Kurtuba camiinde namaz kılan resmini gördüğümden beri hep Endülüs’e gitmek iştiyakını duydum.

“Bir ulu rü’yâ’yı gören diyâr” olarak Endülüs; sekiz yüzyıl boyunca taşıyla toprağıyla, ağacıyla, bitkisiyle büyük bir İslâm ülkesi olmuş; binlerce san’atkâr ve mütefekkir yetiştirmiş, sayısız âbideler ve eserler bırakmış cennet misâli eşsiz bir bölge. Havasıyla suyuyla İspanya yarımadasının rakipsiz en güzel kısmı. Endülüs’lü bir müslüman şairin deyimiyle:

“Endülüs; cennet misâli bir çemenzâr,

Güzel manzarası ve hoş havası var.

Sabahın parıltısı dişlerin aklığından,

Gecesinin karanlığı, dudakların morluğundan,

Sabâ rüzgârı estiğinde sıhhat dolar içim,

Ne güzel yerdir benim Endülüs’üm.”

Bir başka müslüman Şairin ifadesiyle:

“Gereksizdir Endülüs’ten başka yerde yaşama,

Onun yanında her bahçe, elbisedeki bir yama.

Ormanları gümüş toprağı mistir,

Çayır ipek, çakılı incidir.”

Bu, “âb-ü hevâsı latîf” iklim, gaddâr ve acımasız haçlı zihniyetinin yıkımına uğramadan önce şüphesiz ki zengin mimarî eserlerle süslenmiş büyük bir hazine idi. Kurtuba’sı (Gordoba), Gırnata’sı (Granada), Malaka’sı (Malaga), İşbîliyye’si (Sevilla), Mürsiye’si (Mucie), Tuleytule’si (Toledo), Ceryâni (Jean), el-Meriyye’si (Almeria), Ronda’sı (Ronda), Kadî’si (Cadiz), el- Müdevver’i (Almodavvar), Merbella’sı (Marbella), el-Cezîre’si (Algeciras), Cebel-i Târık’ı (Gibraltar) ile koskoca ve muhteşem bir maziyi canlı hatıralarla gözler önüne sermekteydi.

Sözün burasında İslâm düşünce, kültür ve san’atının kıta Avrupa’sında geçmiş dönemlerde hakimiyet kurduğu ve onun etkisinin canlı boyutlar içinde olmasa bile hâlâ var olan bir vakıa olduğu bilinmektedir. Burada İspanya’yı odak alarak Endülüs İslâm kültür ve medeniyeti için onlar ne idi? Batı kültür ve medeniyeti için ne olabilir?

Batı Hıristiyan âlemi başlangıçta Endülüs İslâm medeniyetini yeterince değerlendirip kavrayamadı. Kendi içindeki ihtilaflar, siyasi sosyal, kültürel ve dini mücadeleler nedeniyle İslâm medeniyetine karşı makul bir tepki göstermedi. Daha açık bir ifade ile İslâm’ın yayılması ve gelişmesindeki hız o günkü bütün dünyayı hayrette bırakmıştı. Bir nevi şoke olmuşlardı. Kısa zamanda gerçekleşen bu yayılmanın sırrını bir türlü çözemiyorlardı. Bu sebeple müslümanların şeytanın temsilcisi olduğunu iddia ediyor ve Deccâl’ın ordusu olduklarını sanıyorlardı. Bir bela, bir musibet olarak değerlendiriyorlardı. Bilindiği gibi müslümanlar ilkin bu adaya Hz. Osman’ın teşvikiyle asker çıkarmışlar ancak 711 yılında Endülüs’ü fethetmeyi başarmışlardı. Bir ilkbaharda başlayan fetih, sonbaharda Pirene dağları eteklerine kadar gelmiş ve müteakib yedi yıl içerisinde Pirene dağları aşılarak Fransa’nın Güneyine kadar uzanmıştı. Nihayet Fransa’nın güneyindeki Bordeaux, Lyon ve Tour bölgesi fethedilmişti. Bundan sonrası soğuk, yağışlı ve ormanlık bölge olduğu için müslümanlar tarafından pek rağbet görmemiştir. İslâm’ın ilerleyişini durdurmak için harekete geçen Charles Martel, Abdurrahmân el-Gâfiki ile bugünkü Paris’in birkaç yüz kilometre yakınında bulunan Poitier şehri önlerinde savaşmış ve müslüman ordularının geri çekilmesi üzerine Charles Martel’in orduları Pirene eteklerine kadar ilerlemişti. Yaklaşık 300 yıl boyunca İslâm fetihlerinin etkisinden kendini kurtaramayan Hıristiyan âlemi ancak İspanyolların Toledo şehrini yeniden ellerine geçirmeleriyle birlikte, müslümanların karşısındaki yenilgilerinin farkına varmışlardı. Bunu telâfi edebilmek için kısa zamanda Endülüs’e öğrenciler göndermişler. Arapçayı öğrenen bu öğrenciler yurtlarına dönerek Paris yakınlarındaki Charteres okulunu kurmuşlar ve buradan kısa bir süre sonra da Sorbon’un temelini teşkil eden kilise mektebini (schola) ve yine Oxford’u tesis etmişlerdir. Bilhassa altıncı Alfonso’nun 1085 yılında Endülüs İslam kültür merkezlerinin en önemlilerinden birisi olan Toledo’yu (Tuleytula) tekrar zaptederek Kastil İmparatorluğu’nun merkezi haline getirmesiyle bu şehir aynı zamanda Hıristiyan dininin merkezlerinden biri durumunu aldı. Nitekim 1130-1150 yılları arasında Toledo başpiskoposluğu yapan I. Raymond 1135 yılında burada Abbasî İmparatorluğu’nun başkenti olan Bağdat’ta ünlü halife Me’mûn’un tesis ettiği Beyt el-Hikmet’i andıran bir tercüme akademisi kurmuş ve başkanlığına da Başdiakos Deminucus Gundissalinus’u getirmiştir. Bu akademide astronomi ve tıbba ait eserlerin yanısıra felsefi eserler de Latinceye tercüme edilmeye başlandı. İslâm düşüncelerinin Müslüman eserleriyle birlikte Yunan düşünürlerinin eserlerine Müslümanlar tarafından yazılan şerhler de Latinceye tercüme edildi. Sayıları pekçok olan Latin mütercimler arasında Afrikalı Kostantin, Pizalı Stephau, Sevilla’lı Jean Dominius Gundissalinus, Alferd de Sareshal, Robert of Chester, Michel Scott Gerard de Cremone gibi “Hıristiyan” Sammul ben Hastel, Samuel ben Yahuda Calonmos ben Calenimoüs gibi yahudi mütercimler pekçok İslâmî eserleri o günün ortak ilim ve kültür dili olan latinceye aktardılar. Böylece bugün bile dilimize tercüme edilmemiş olan pekçok İslâm müellifinin eserleri Latinceye aktarıldı. Üniversitelerde ders kitapları olarak okutuldu ve bunun sonucunda Avrupa’da Latin ibn Sînâ’cılığı ve Latin ibn Rüştçülüğü gibi akımlar teşekkül etti. Bunlar kilisenin dünyaya bakışını etkiledi. Öyle bir zaman geldi ki Sorbonne Üniversitesi’nde Siger de Branbant gibi mütefekkirler İbn Rüşd’ün fikirlerini açıkça savunup bu akımın temsilciliğini yaptılar. Bunun üzerine Papa IX. Gergoire 1231 yılında bir karar çıkararak İbn Sînâ’nın ve ibn Rüşd’ün eserlerinin okutulmasını yasakladı. İşte böylece İslâm dünyasının kültür kaynaklarıyla temasa geçmiş olan Hıristiyan papazlar halkı köklü bir kıyama teşvik ve tahrik ettiler. Haçlı savaşlarıyla doğunun zengin kültür ve medeniyetini yakından gören haçlılar kendi ülkerine döndüklerinde İslâm dünyasında karşılaştıkları değerli hazinelerden yararlanma yoluna gittiler.

Müslümanlar 7. yy’ın ortalarına doğru el-Hamraya yerleşmeye başladılar. Kısa bir süre sonra Grenadayı başkent yapıp onu Medine-i Münevvereye benzettiler.

Bugün çok açık olarak ifade edilmese de gerçek o ki Rönesans dediğimiz ve Batı’nın teknolojik gelişmesinin temelini teşkil eden hareket işte bu tercümeler İslâm dünyasıyla yakın temâslar sonucu ortaya çıkmıştır. Bu sebeple birçok batılı araştırıcılar İslâm dünyasını gezmeye başlamışlar ve burdan Çin’e kadar ticaret yollarını dolaşarak mevcut ticaret birikimlerini ülkelerine taşımaya çalışmışlardır. Endülüs, İslâm kültür ve medeniyetinin mümtaz örneklerinin sergilendiği ve gerçekten ileri bir bölge idi. Hıristiyan dünyası, İslâm düşüncesinin etkisiyle bir yandan kendi rönesansının hazırlığını yaparken, diğer taraftan “Reconquesita” dedikleri Endülüs’ü yeniden hıristiyanlaştırma hareketine giriştiler. Yaklaşık 290 senelik bir zaman içerisinde sayıları milyonlara baliğ olan Endülüs müslümanlarını toptan imha ettiler ve İspanya’yı koyu bir Katolik ülkesi haline dönüştürdüler.

Ünlü coğrafyacı Şerif el-İdrisî’nin kaleminden arta kalan soluk yapraklardan tanıdığımız cami şimdi salîbin merkezi olmuştu: “Kurtuba Ulu Camii’nin eninde, boyunda, güzelliğinde ve ihtişâmında, Müslüman ülkelerde başka hiçbir cami yoktur. Bu caminin uzunluğu geniş kulaçlarla yüz, genişliği de seksen kulaç. Caminin yarısının üzerinde tavan vardır, yarısı açık sahanlardan meydana gelir. Caminin içinde bin adet direk ve zeytinyağı ile aydınlanan yüz on üç tâne avize vardır. Avizelerin en büyüğünün üzerinde ise on iki kandil bulunmaktadır. Bu caminin keresteleri Tartuş ormanlarından getirilen çamlardan yapılmıştır. Bir direkle diğerinin arası on beş karıştır. Her direğin tabanı da başlıkları da mermerdendir.

Caminin mihrabını anlatmak mümkün değil. Öylesine güzel ve süslü ki bakanları hayret ve dehşet içinde bırakır. Mihrâb, İstanbul (Bizans) hükümdârı tarafından Abdurrahmân el-Nasr’a gönderilen mozaikler ve altın süslemelerle kaplı. Mihrâbın iki tarafında; ikisi yeşil, ikisi lâcivert dört adet sütun bulunmaktadır. Üst kısmında ise içiçe girmiş eşsiz desenlerle süslü, yekpâre bir mermer bulunmaktadır. Bu mermerin üstü rengârenk altın süslemelerle bezenmiştir. Mihrâbın ortası ise, akılları durduracak güzellikte ağaç oymalarla tezyîn edilmiştir. Mihrâbın sağ yanında yer alan minberin yeryüzünde bir eşine rastlanmaz. Bu minberi yapmak üzere sayısız işçilerle altı tane marangoz tam yedi yıl boyunca çalışmışlardır. Mihrâbın arka tarafında, kuzey kısmında özel bir bölmede altın ve gümüş kupalar ve şamdanlar vardır. Misk, anber ve zeytinyağları için özel yapılmış kaplar bulunmaktadır.

Daha ne anlatayım, yüreklerin erimesi için bir tanesi yeter anlattıklarımın: Eğer o yüreklere İslâmdan ve İmandan bir eser varsa ey Tanrı dostu!

Salih Bin Şerif “Endülüse Ağıt’dan “İslamın şiir Anıtları”

Bugün için camide hiçbir ibadet faaliyeti yapılıyor mu?

Her yıl ramazan ayının 27. gecesi (Kadir gecesi) camideki bütün avizeler pırıl pırıl yanar. Caminin içi misk ve anber râyihalarıyla dolup taşar… Üzerinde Hz. Osman’ın kan damlaları bulunan bir mushafın dört yaprağı Kurtuba Ulu Camii’nde her Cuma günü sergilenerek halka gösterilmektedir.

Sıcak bir yaz günü sabah namazı vaktinde indiğimiz Kurtuba’da hemen ünlü Kurtuba Camii’ne gittik. Tamamen kiliseye dönüştürülmüş olan caminin her tarafı Meryem tasvirleri ve İsâ heykelleri ile doldurulmuştu. Kara cübbeli papazlar çevrede dolaşıyor zangoçlar ödağaçlarını yakıyor, koro pazar ayini için akord yapıyordu.

Misk ve anber kokan o güzelim ve pırıl pırıl ma’bed, şimdi ağır ödağacı ve küf kokusuyla karanlık bir havaya bürünmüş: Her tarafı heykellerle doldurulmuş ve haça gerilmiş İsâ tasvîrlerinden akan kıpkızıl kanlar, caminin mazisini hatırlatırcasına insanı hüzünle dolduruyordu. Kurtuba tekrar zaptedilince Hıristiyan papazlar caminin yıkılarak yerine büyük bir kilise yapılmasını istemişler. Koyu dindar olan katolik krallar camiyi yıkmaktansa olduğu gibi koruyup kiliseye tahvîl etmenin müslümanlardan intikâm almak için daha uygun olacağını düşünmüşler ve kilise mensuplarını da buna iknâ etmişler. Böylece caminin tam orta yerine bir ayin mahalli yapıp çeşitli eklerle kiliseye dönüştürmüşlerdir. Gerçek o ki böylesi daha ağır ve üzücü oluyor.

Nitekim İşbilîyye (Sevilla) de meşhûr Ulu Camii’yi yıkarak yerine Avrupa’nın ikinci en büyük katedralini dikmişler ve müslümanların yüreğini yakmak için de yalnızca minaresini olduğu gibi koruyup çan kulesi haline dönüştürmüşler. İnsan burayı gezdiğinde Kurtuba Cami kadar etkilenmiyor. Zira camiyi görmediğinizden halini gözünüzün önüne getiremiyorsunuz. Ama Kurtuba’da alnına haç takılmış muazzam mâbedi görünce yürekten vuruluyorsunuz. Kısacası camiyi yıkmak, kiliseye dönüştürmek kadar firâklı olmuyor.

Yani caminin asıl fonksiyonu dışında bırakılması daha bir dokunaklı oluyor, diyorsunuz.

Katolikler İslâm’dan intikam almak için cami mahallesini tamamen eğlence yeri haline dönüştürmüşler. Kurtuba’nın her yerinde bir han, hamam, cami ve eski eser kalıntılarıyla karşılaşıyorsunuz. Bilhassa el-Kasaba (Alkazaba) denilen idare merkezi bütün canlılığıyla duruyor. Muhtelif caddelere ibn Rüşd, ibn Meymûn gibi müslüman döneme ait düşünürlerin heykellerini dikmişler.

Kurtuba yakınlarındaki Medine tü z-Zehrâ ise dağ eteğine ormanlık bir yere kurulmuş muhteşem bir yazlık saray imiş. Camisi ve bazı köşk kalıntıları hâlâ yerinde duruyor. Ancak buranın sembolü palmiye ağaçları. Bilindiği gibi Endülüs’ün fethinden yaklaşık 50 yıl sonra vatan cüdâ olmuş bir prens canını zor kurtararak bu topraklara gelir ve Emevî hakimiyetini tesîs eder. Çocukluğunu geçirdiği Şam saraylarını andıran saraylar yaptırır ve oradan getirttiği hurma fidanının karşısına geçip şöyle dertleşir onunla:

“Rusâfe’de gezinirken bir hurma fidanı ilişti gözüme

Hurmalar diyarından gelip Batı toprağında düşmüş gurbete.

Dedim ki: Sen de bana benziyorsun garîplikte,

Sen de yaşamak için çırpınıyorsun bu yabancı toprakta.

İçimi kemiren endişeleri bir duyabilseydin, sen de benim gibi acı göz yaşları dökerdin. Bahtımın kötülüğü ve Abbâsoğullarının kızgınlığı,

Vatanımdan uzaklaşmak zorunda bıraktı beni.

Akan gözyaşlarım, Fırat kıyılarındaki hurmaları suladı,

Ama ne o ağaçlar sakladı hâtırasını acılarımın,

Ne de sessiz sadâsız akan o Fırat nehri.”

Endülüs’ün her yeri bir hazîn mâcerâyı anlatıyor ve gördükçe derin derin içinizi çekerek hayıflanıyor, sızlanıyorsunuz. Malaga ve Sevilla’da da aynı ezikliği hissediyor ve bir yandan da İberik yarımadasındaki bu muhteşem medeniyetin nasıl kurulduğunu ve sonra neden yıkıldığını araştırmaya başlıyorsunuz.

 

El-Hamra İslâm mimarisinin karakteristik çizgileri Müslümanlar tarafından gökyüzüne şeffaf mavi derinliklerine çizildi.

Bir de Gırnata var, orayı nasıl anlatacaksınız bize?

Ve nihâyet Gırnata (Granada), Donkişot’un dediği gibi, “Ey yolcu Granada’ya gidilmez. Granada sizi kendisine çeker” Gırnata Endülüs’ün Bursa’sı gibi geldi bana. Sırtını Sierre Nevada dağlarına dayamış olan bu güzel şehir ünlü vezîr Lisân’üd-Dîn el-Hatîb’in “Ahbâr-ü Gırnata” isimli büyük eserinde tekrarladığı gibi cennetten bir köşe.

Gırnata ovasının boğucu sıcağından kurtulmak için eski ve daracık sokaklardan geçerek geniş bahçelerin arasında yavaş yavaş el-Hamrâ’ya doğru ilerleyince insan, kavurucu cehennemî sıcaktan, serin ve cenneti andıran yeşillikler ummanına dalıyor. İspanyolların Cennet ül-Arîf’ten bozarak Generalif dedikleri bahçe, bahçe mimarisinin en muazzam ve muhteşem örneği olarak eski Endülüs İslâm medeniyetinin ihtişamını seriyor gözler önüne. El-Hamra sarayını gezerken vardığımız netice şu oldu: Burası dille ifade edilemez, yazıya dökülemez ve resimle canlandırılamaz. Ancak görülüp yaşanır. Başkaca bir şey söylemek değerini düşürmek olur.

Gırnata, İspanyolların Albaicin dedikeri el-Bâsîn mahallesi, Barkado Arabo dedikleri Bursa Koza hanını andıran iş merkezi Bano Arabo dedikleri hamamı, köprüleri, yolları, çatıları ile tam bir müslüman memleketi. Bu tabloyu tamamlayan bir motif yok yalnız: Müslüman beldelere de göğü delen minareler.

Havuzun durgun sularında beş kemer üzerine kurulmuş hanımlar kulesinin sundurması

Müslümanların İspanya’dan çıkarılması anlaşıldığı kadarıyla o dönem Batı Hıristiyanlığının bilim ve teknik bakımından çok üstün bir seviyede olmasından gerçekleşmiş değil. O günkü İslâm dünyasının içine düştüğü siyasî mücadelelerin de etkisi yok mu? Çünkü onbeş hatta onaltıncı yüzyıla kadar İslâm dünyasının batıya ilim ve düşünce ihraç ettiği- sınırlı da olsa sözkonusudur. Dolayısıyla Batı lehine bir bilgi ve düşünce üstünlüğü söz konusu değildir. Böyleyken Endülüs kültür ve düşüncesinin bir anlamda hiç direnmeden tarih sahnesinden uzaklaştırılması nasıl anlaşılabilir ve açıklanabilir?

Gördüğümüz kadarıyla Endülüs’ün yıkılışında en büyük faktör tefrika olmuştur. Çünkü yeşil adanın fethiyle birlikte Arabistan’ın muhtelif bölgelerinden getirilen Araplar değişik bölgelere yerleştirilmişlerdi. Yemenliler, Şamlılar ve değişik Arap kabileleri arasında sürekli bir rekabet yaygındı. Güçlü Emevi hakimiyetiyle beraber bu rekabet İslâm’ın yayılması için bir unsur olarak kullanılırken, daha sonra çöküş döneminde bu rekabet İslâm devletinin yıkılması için bir vasıta olmuştur. Nitekim Bizans yakın düşmanı olması hasebiyle sürekli Abbasoğullarıyla rekabette olduğu için Endülüs İslâm halifeleriyle yakın temasta bulunmayı tercih etmiş ve dolayısıyla Abbasi hilafetine karşı Endülüs Emevi hilafetinin yanında yer almış. Nitekim halife Hakem Kurtuba camiini yaptırırken İstanbul’dan mimarlar ve mermerler getirtmiştir. Ve her zaman Bizans elçileri Endülüs saraylarında büyük bir itibar görmüşlerdir. Aynı şekilde Abbasi halifesi Harun Reşid de Endülüs’teki İslâm hilafetini yıkmak için Şarlken’le işbirliği yapmış ve zaman zaman Frankları Endülüs müslümanlarına karşı kışkırtma yollarını denemiştir. Bu rekabet hissi zamanla Hıristiyanların lehinde tecellî etmiş. Müslümanlar arasında bu ayrılığı gören Hıristiyanlar kısa zamanda Hıristiyan birliğini kurarak tek tek islam topraklarını zaptetmeye başlamışlar. Bu arada Emevi hilafetinin yıkılması ve Tavâf-i mülûk denilen küçük devletciklerin kurulması da İspanyolların işini kolaylaştırmıştır. Tabiatıyla Türklerin Anadolu’yu fethe başlamaları ve 1071 yılının Batı’da doğurduğu şok Hıristiyan âlemini birleşmeye sevketmiş. İlkin Endülüsten intikâm alarak Malazgirt’in fethinden yaklaşık 14 sene sonra Hıristiyan birlikleri Tuleytule’yi zaptetmişler. Ve yine bu tarihten İstanbul’un fethine kadar müslümanlarla Hıristiyanlar arasında değişip duran savaş ve barış yılları esnasında İstanbul’un 1453 yılında fethi ile birlikte Hıristiyan âlemi çileden çıkmış ve dolayısıyla Endülüs’te hiçbir müslüman fert bırakmamacasına katliama girişmelerine neden olmuştur. Hiçbir zaman Hıristiyan dünyası teknik ve ekonomik gücünden dolayı Endülüs’te müslümanları yenebilmiş değildir. Ancak müslümanların dağınıklığından sonra yenmişlerdir. Tabiatıyla bu ayrı ve uzun bir konuşma mevzuu olabileceği için burada detaylara girmiyorum.

Ey göğsünü gererek “benim ülkem, saltanatım” diyen, kurumundan geçilmiyenler! Siz Hıms’ı gördünüz mü? Hıms’tan sonra hangi vatan verir insana vatan fikrini, duygusunu?

Salih Bin Şerif “Endülüse Ağıt’dan “İslamın şiir Anıtları”

Tarihin kaydettiği bilgilere bakılırsa Endülüs’te büyük bir müslüman katliâmı yapılmıştır. Böyle bir katliâmın yapılması Hıristiyan dünyasının da intikam çılgınlığını yaşaması demektir. Bu intikam çılgınlığına rağmen bugün İspanya içinde bulunan Kurtuba, Gırnata, Sevilla gibi yerlerde eserlerin kaldığı bilinmektedir. Burada gördüklerinizi anlatırken bir Müslüman olarak siz ne düşündünüz, bir İspanyol bunlar karşısında ne gibi bir tavır sergiliyor, batılı bir insan nasıl yaklaşıyor?[1]

Endülüs’te büyük bir İslâm katliâmi olmuştur ve bu katliâm o kadar acı ve korkunç olmuştur ki hemen hemen dış dünyadan Osmanlı İmparatorluğu müstesnâ, bu katliâma karşı çıkan bulunmamıştır. Osmanlı donanmaları her ne kadar Endülüs sahillerine gidip bir kısım Müslümanları Kuzey Afrika’ya bir kısmını da Osmanlı topraklarına taşıdılarsa da Endülüs’te İslâm’ın hâkimiyeti 1492 senesinde söndü. Bu sönüş olayının dramatik bir sahnesini Ebu Abdullah es-Sağîr denen son Gırnata emîri göz yaşlarıyla seyreder. Bugün dahi “Arabın Ağladığı yer” diye isimlendirilen ve gelen ziyâretçilere gezdirilen, Gırnata’nın dağ kısmında Elhamrâ sarayının arkasındaki yüksek tepelerde şehrin anahtarlarını Ferdinand ile Izabelle’ye teslim eden Abdullah’ın duyduğu üzüntü ve kederi, sonra annesinin söylediği sözleri Akif’in misralarından aktarmaya çalışalım:

“Endülüs tâcı elinden alınan bahtı kara

Savuşurken o güzel mülkü veripte ağyâra

Tırmanır bir kayanın sırtına etrâfa bakar,

Bırakıp çıktığı cennet gibi zümrüt ovalar,

Başlar ağlatmaya bîçâreyi hüngür hüngür,

Karşıdan Vâlide Sultan bunu pek haklı görür

Der ki: “Çarpışmadın erkek gibi düşmanlarla

Şimdi hiç yoksa kadınlar gibi ağla.”

İspanyollar ve batılılar Endülüs’ü gezerken kendi zaferlerinin ve güçlerinin gururunu da taşıyorlar. Nitekim Elhamra’yı gezen İspanyollar bu güzelim âbidenin ihtişâmından çok, böyle bir abideyi Müslümanların elinden almış olmanın sevincini yaşıyorlar. Kilise hâlâ İslâm düşmanlığını çok canlı olarak ayakta tutmaktadır. Nitekim fakir İspanyol köylüleri turistik mevsim geçtikten sonra Gırnata’ya akın akın geliyor ve Elhamra’yı seyrederek cedlerinin Müslümanlardan almış oldukları bu âbideyi zevkle geziyorlar. Diğer yandan Amerikalılar ve Avrupalılar da büyük bir kitle halinde Elhamra’yı dolaşıyorlardı. Onların meseleye bakışı köklü Batı kültürünün güçsüz İslâm kültürünü yenişi gibi geldi bana. Paris ve Londra sokaklarında öbek öbek gezen petrol zengini Arap turistlere ise Endülüs’te çok az rastlanıyor. Kurtuba Camii’ni gezerken duyduğum Arapça seslere yaklaştığımda, Lübnanlı Yâkûbî Hıristiyan kafilesi olduğunu görünce ister istemez irkildim. İspanya’nın her tarafında insanların tavrından yüzlerine kadar müziklerinden cadde ve şehirlerine kadar bir İslâm kültürünün kalıntısını acı acı gözlemek mümkün. Öyle ki bir gece yarısı otobüsün hopörlerinden gelen bir müzik sesi beni Arap mûsikîsinin büyüleyici havasına ittiyse de kulağımı daha iyi vererek dinlediğimde bunun bir Arapça gazel olması ihtimali üzerinde durdum. Fakat, sonra Arapça olmayıp İspanyolca şarkı olduğunu anladım. İspanyol müziği büyük bir çapta Arap müziğinin etkisi altında.

Ve İstanbul’u bilen içinde yaşayan biri olarak bir kıyaslama yapılsa; meselâ Kurtuba mı İstanbul mu geçmiş İslâm eserlerini, kültürünü daha çok korumuş sayılabilir?

Öyle bir noktaya temas ettiniz ki yürekler acısı. Ne yazık ki İspanyolların Kurtuba’yı eski şekliyle ve İslâmi havasını değiştirerek korudukları gibi, biz İstanbul’u koruyamamışız. Meselâ Kurtuba Ulu Camii şehrin önemli merkezî kısmını teşkil etmektedir. İspanyollar belki bir intikam duygusuyla Kurtuba Camii’nin çevresini aynen birkaç yüz sene önceki hattâ belki de İslâmi dönemdeki şekliyle muhâfaza etmişler ve burayı bir eğlence ve gece hayatının odaklandığı merkez haline getirmişler. Akşam saat beş sıralarında yaklaşık 500 bini aşkın Kurtuba halkı yaşlısı ve genciyle, kadını erkeğiyle gruplar halinde mescid kelimesinden bozularak İspanyollaştırılmış olan Mazcita mahallesine toplanıyorlar. Camiinin hemen hemen her tarafı küçük meyhaneler, lokantalar ve eğlence merkezleriyle dolu. Camiinin karşısındaki bir evde sıra sıra dizilmiş içki şişeleri ve yukarıdan aşağı sallanan domuz butları karşısında insan kendisini hüzünden alamıyor. Ama yapıların dış kısmı çağının izlerini saklayan özelliklere sahip içlerine girdiğiniz zaman modern aletlerle donanmış gayet güzel dinlenme ve eğlenme yerleri haline dönüştürülmüş. Birkaç insanın yanyana yürümesinin mümkün olmadığı dar sokaklar, bizim kötüleyerek yıkıp genişletmeye çalıştığımız o arnavut kaldırımları eski haliyle korunmuş. Dış cephesi genel gürünümü bozacak betonarma binalara izin verilmemiş. İçerlerde her türlü onarım yapılmış ama dış cephe aynen olduğu gibi korunmuş. Âbideler özelliği korunarak restore edilmiş. Tabiatıyla aynı husus Gırnata için de sözkonusu. Çünkü bu iki şehir bünyesinde en çok İslâmî eser koruyan merkez durumunda. İspanyollar yeni şehirleri eski yerleşim merkezlerinin dışına taşırmışlar ve oralarda büyük yapılar inşa etmişler. Eski yapıları büyük çapta korumaya gayret etmişler. Bu arada Hıristiyan ruhunu canlı tutabilmek için de İslâmî görünümü yok etmeye çalışmışlar.

  1. Bu konuda Salih Bin Şerif’in “Endülüe’e Ağıt” kasidesi Endülüslü Müslümanların duygularına tercüman bir anıt şiirdir. (Bakınız; İslâm’ın Şiir Anıtlarından – Diriliş Yayınları)