BEYAZID MEYDANI YAYALAŞTIRMA PROJESI, 1969

İlk kez Arredamento Dekorasyon Dergisi’nde yayınlanan bu metin,

Turgut Cansever’in Şehir ve Mimari Üzerine Düşünceler Kitabından alınmıştır.

Beyazıd Meydanı ile ilgili önerimiz, bir “cennet”in adım adım yok oluşunun dramatik hatıraları üzerinde gelişmiş bir hayalden hareket ederek oluşturulmuştur.

Matrakî’nin İstanbul tasviri ve Eski Su Yolu Haritası, Beyazıd Meydanı’nı XVI. asırda inşa edilmiş cami, medrese, imaret, hamam, Eski Saray’ın bahçe duvarı ve kapısı ile konutların belirlediğini göstermektedir. Meydana ulaşan yollar üzerinde Simkeşhane, Hasan Paşa Hanı, su kemeri ve Kapalıçarşı yer almaktadır.

XVI. asrın ikinci yarısında ve XVII. asırda Sinan, daha sonra da takipçileri tarafından inşa edilmiş büyük dinî komplekslerin merkeziyetçi şemalarının aksine, Beyazıd Meydanı’nda cami, medrese, hamam, imaret, saray duvarı ve kapısı büyük boşluk içinde, her biri kendi varlık sebebine göre yerleştirilmiş bağımsız şahsiyetler (tektonikler) olarak tasarlanmışlardır.

Ferdiyetin yüceliği ve güzellik sevgisinin insanlığın ulaşabileceği en son iki erdem olduğunu savunan Muhyiddin-i Arabi’nin eseri Füsusü’l Hikem‘in XV. asır sonunda Osmanlı fikir hayatında ön plana çıkması, II.Beyazıd döneminde güçlenen sufi inancın bireyin doğrudan Allah’a yönelişinin ifadesi olan ferdiyetin yüceliği düşüncesi Osmanlı mimarisinin bu dinî kompleksine de berrak bir şekilde yansımıştır.

İslâm inancına göre, her şey sınırsız zaman ve zemin üzerinde gelişir. Zemin ve zaman İslâm varlık telakkisinin aslî taşıyıcı kategorileridir. Zemin ve zamanın sınırsızlığı insan eli ile değiştirilemez. İnsan, bu sınırsızlığın farkında olmak ve kendi eliyle geliştirdiği ürünlerin de sınırlı olduğu bilinci ile davranmak zorundadır.

Bir İslâm mekânında ilgilenilecek konu, bir Rönesans ya da Barok dönemi Hristiyan mekânı için söz konusu edilen anlamda, o mekânın biçimi değil, o sonsuz mekân içindeki mimarî unsurların çeşitli özellikleri, mesafe ve yönleri, bunların içinde ve dışında insanın kendini nasıl algıladığı, nasıl hareket ettiğidir. Rönesans mekânı, onu tarif eden duvarlarla tamamlanmış, bir anda kavranan tek anlık bir olayken, İslâm dünyasında bir ‘yer’, ancak tarihî bütünlük içinde ve fizikî çevrenin tümüyle beraber vardır. ‘Yer’, belirleyen yerin çevresinde ve içinde, insan tarafından vücuda getirilmiş yapılar, Rönesans dönemi yapılarında olduğu gibi tek cepheleriyle değil, tüm cepheleriyle, yukarıdan aşağı, aşağıdan yukarı ve içlerinden görülerek anlaşılabilirler.

Beyazıd meydanı, fiziki mekân düzeyinde çevresi ve içindeki yapılarla varolmaktadır. Fiziki açıdan bir inceleme yapmak, çevredeki yapıların içinde ve dışında hareket eden insan açısından, ancak hareket ederek mümkün olabilir. Yürüyen insanın yaşamı, yürüme eylemi boyunca karşılaştığı olaylar dizisinin bir bütünlüğüdür. Bu bütünlük içinde, durduğu noktalar ayrı bir önem taşır. Meydana varan insanın cami ve diğer yapısal unsurları, bir süre önce yaşadığı anların zemini üzerinde idrak edeceğini düşünerek, incelememizi buna göre yapmamız gerekir.

Meydanı sınırlayan önemli bir unsur, İstanbul’daki ilk Osmanlı sarayının bahçe duvarıdır. Cami, medrese, imaret ve hamamın saf geometrik dünyası karşısında, saray duvarı daha az tarif edilmiş, dairesel unsurlar ihtiva eden bir çizgi halinde inşa edilmişti. Bu belirsiz geometrinin arkasında yer alan bahçe cennet benzeri bir ortama tekabül ediyordu. Allom’un gravürü, XIX. asır başlarında Barok çağ örneğine göre yeniden düzenlenmiş saray kapısını göstermektedir. 1850 yılında çekilen fotoğraflardan ise, saray kapısı ile cami cümle kapısının karşı karşıya gelmedikleri anlaşılıyor. Düzenlemenin bu hususta özel bir itina gösterilerek yapıldığı tahmin edilebilir.

Caminin uzantısı, parçası gibi hemen yanına yerleşmiş olan imaret, mimarisindeki güç ifadesi ile sosyal dayanışma ruhunu yansıtmaktadır. Sade fakat monumental yapısı ile İslâm temizlik idealinin sembolü hamam, mimarlık tarihimizde nadir bulunan yapılardandır. Külliye, hamamın monumental kubbeleri ile; cami iki minare ile belirginleşen iri, merkezi kubbesiyle işaretlenmiştir. Medrese ise, tek başına duran avlulu bir yapıdır. Avlunun batı ucunda kütüphane odası bulunur, avluyu çevreleyen direklik etrafında ise medrese odaları yer alır. Medrese odalarının cami pencerelerine göre çok daha küçük olan kat pencereleri, dışarıdan bakıldığında yapının insanla bütünleşmesini sağlamaktadır. Bu zarif yapının ölçek hissini taşıyarak baktığımızda, camiyi iri, değişmez ve mutlak bir strüktür olarak algılarız.

Her tezahür, her yansıma düzeyinde, bu yapının insanüstü halinin transandantal varlık görüşünün timsali olduğunu tespit etmek mümkündür. Bunun ilk işareti olarak ölçek farkı cami-medrese karşılaştırmasında hemen göze çarpmaktadır. XVI. asır çözümü, insanın kendini farketmesi için, medrese’yi bilimin, imaret’i sosyal dayanışmanın ve şehrin kültür hayatının nirengi noktaları olarak kabul etmiştir.

Külliye’nin yapılarında kullanılan Bakırköy gri-beyaz kalkeri suya karşı önlemler almayı gerektirmeyen dayanıklı bir yapı taşı idi. Pencereler medrese ve camide immateryel, düz duvar satıhlar üzerinde belirli diziler halinde ve duvar içinde adeta bir tezyinat gibi yer alırlar.

Cami’nin son cemaat yerinin üç kapısı vardır. Alçak son cemaat yerini belirleyen ve onu güçlendiren en önemli unsur, son cemaat yerini tarif eden iki minaredir. İki minarenin son cemaat yerine simetrik olarak yerleşişinden doğan tad, onlara tezyini unsur karakterini vermektedir. Şadırvan, geniş saçakları ve şişkin kubbesi ile suyu korumaktadır.

Batı dünyasının seyredilen sanat eseri kavramı yerine, Doğu kültürlerine özgü yaşanan sanat kavramını en yüksek düzeyde hayata geçirmiş bu ‘Yer’in, XIX. asrin ikinci yarısında harap olmaya terk edilmiş eski saray yapılarının yıkılarak yerlerine yeni Harbiye Nezareti binasının Batı üslûbunda inşa edilmesiyle yok edilmesi süreci başladı. Yeni bina kaba, ifadesiz bir yığından ibaretti. Eski saray duvarı yıkılarak üstü parmaklıklı, anlamsız bir set oluşturulmuştu.

Eski, dar Saray kapısı yerine, Harbiye Nezareti’nin güç ifadesi taşıyan ve üç ayrı yapıdan oluşan kapı binaları inşa edildi. Merkez kapı binası ve yan köşkler, cami son cemaat yerinin yüksekliğini kat kat aşarak ve kıble yönü ile tam bir zıtlaşma içinde, camiyi adeta yok sayarak meydana hakim oldu. Bahçe seviyesi yeni kapı yapılarının döşeme seviyesine kadar yükseltildi.

Harbiye Nezareti giriş aksında, meydanı boydan boya bölen, iki tarafı ağaçlı bir at arabası yolu ve bu yola paralel dükkânlar inşa edilerek Meydan parçalandı, “cennet” yok edildi. Çok şükür, bu aksın Marmara kıyısına kadar uzatılmasını öngören proje uygulanamadı.

Tarih ve kültür mirasını tahripkâr bir taassupla reddetmeyi en önemli görevleri sayan Hausmann’ın Paris’te, Frederic ve Guillaume’un Alman şehirlerinde yaptıklarının etkisi altındaki Tanzimat paşalarının bu tavırları Büyük Reşid Paşa Türbesi’nin mimarisinde belirgin bir şekilde ortaya çıktı. Kıble aksına olabilecek son sınıra kadar ters yönlendirilmiş bu yapı da, sözünü ettiğimiz yol aksı Harbiye Nezareti kapı binaları gibi, modern Türk şehir çevresi ve kültürel yapısının iç tezadının belirgin örneklerinden birini oluşturmuştur.

Mimar Kemaleddin Bey, esas itibariyle Harbiye Nezareti binaları ile cami arasında kıble yönüne uyumsuzluktan kaynaklanan yön çatışmasını gidermek amacıyla, Meydan’ı bölen yolu, ağaç dizisini ve dükkânları kaldırarak Meydan’ın ortasına, Barok etkili Osmanlı tezyinat unsurlarının hakim olduğu oval bir havuz inşa etmiştir. Oval havuz bir yandan yön zıdlığını, diğer yandan da oluşturulmuş seviye farklılıklarından doğan sorunları telifçi bir yaklaşımla kısmen gizlemeyi amaçlamış idi.

Havuzu çevreleyen yoldaki tramvay ve seyrek otomobil trafiği, 1950 yılına kadar yayaları pek fazla rahatsız etmedi. Ancak, bu yıldan sonra artan motorlu araç sayısı, sonunda Beyazıd Meydanı’nı bir trafik düğüm noktası haline getirerek, havuzu bir “round-point” (yuvarlak kavşak) trafik çözümüne dönüştürdü.

1938-50 yılları arasında Fransız şehir plancısı Henri Prost’un, İstanbul Tarihî Yarımadası için hazırladığı ve tarihî şehrin insan ölçeğindeki yaya kullanımına dönük yol şebekesini, XIX. asır Batı Avrupa şehirlerinin kavşaklarda kesişen ve gösterişli akslardan oluşan yol şebekesine dönüştüren, avlulu-bahçeli evlerin oluşturduğu yatay-yoğun şehir dokusunu da yıkarak Paris’in beş-altı katlı, aydınlıklı yapı bloklarına benzetmeyi öngören “Tarihî Yarımada Master Planı”, artan taşıt sayısının karayolları inşaatını ön plana çıkarmasıyla etkili hale gelen karayolu mühendislerinin de baskısı sonucu 1957-60 arasında uygulamaya konulunca, İstanbul ve pek tabii Beyazıd Meydanı da insanlık tarihinde benzeri bulunmayacak bir tahribata maruz kaldı. 1957 yılında yapılan Meydan düzenlemesi, Prost planına uygun olarak, yalnızca motorlu taşıt yol sistemi birincil amaç olarak kabul edilerek gerçekleştirildi. 1926’da oval havuzun inşası ile tezahürünü bulan kaba kuvvetin hakimiyetine karşı çıkış, “1957 Düzenlemesi”yle yok edildi. Harbiye Nezareti’nin oluşturduğu aksın meydanı parçalayan tavrını, giriş kapısı ile yan köşklerin kıble yönüyle çelişkili konumlarını bir ölçüde gizleyen oval havuz kaldırıldı. XIX. asırda oluşturulan çelişki tekrar ortaya çıkarılırken, meydanın tahribatı daha da ileri boyutlara vardı.

Yol ve kavşakların karayolları standartlarına göre inşa edilebilmesi için,dört metreye varan seviye düşürmeleri ve genişletme çalışmaları sonunda, Simkeşhane ve Hasan Paşa Hanı dörtte üç oranında yıkıldı ve Theodosius Takı’nın kaideleri tahrip edildi. Beyazıd Hamamı’ nın kapısı yoldan iki metre yukarıda kaldı ve bu eşsiz eserin şehirle bağları koparıldı. Medrese ve Cami ise karşılıklı iki tepe üzerinde yapayalnız kaldılar.

Beyazıd Meydanı parçalanıp genişletilerek, şehrin içine doğru ilerletilerek tarif ve teşhis edilemez hale geldi. Oysa, şehrin merkezî bir noktası olarak bu ‘Yer’in, tekrar insanların bir araya geldikleri bir odak noktası olması önemliydi.

XIX. asrın ikinci yarısında oluşturulan yön çatışmasına ek olarak, 1957’de, cami ile üniversitenin, yani bilimle Mukaddes Bilincin bağları yok sayılarak oluşturulan kıymetler zıdlığını, üniversiteyle cami kompleksi arasındaki bağları tesis ederek, insanın zaman-zemin sınırsızlığının yanında kendi ürünlerinin sınırlılığının bilincine varabileceği büyük bir yaya alanını, XIX. asrın ikinci yarısından önce olduğu gibi tekrar kurarak bertaraf etmeyi projemizde öngördük.

Mevcut kavşak meselesi, Ordu caddesinin Fen Fakültesi’nin batısından Şehzadebaşı’na bağlanması, Bakırcılar-Vezneciler istikametinde ise otomobil yolunun yer altına alınmasıyla çözüldü.

Cami ve Medrese, Ordu caddesi tarafında irili ufaklı yapılarla yeniden çerçevelendi. Önerilen bu yapı grupları ile oluşan trafik arterini meydan kotuna bağlamak için, Ordu caddesi kotundaki bir meydancıktan başlayan ve yapıların yanından yükselen biri rampa düzenlendi.

Yeniden yayalaştırılan meydan ile üniversite bahçesi arasındaki seviye farkı ve üniversite kapılarının oluşturduğu yön zıdlığı bir arada ele alındı. Simetrik karakterleri ,köşkleri arasındaki büyük mesafe, orta kapı unsurunun sağ ve sol kulelerinin güçlü ifadesi, üç yapının da aynı yöne bakmasından doğan frontallik, yapıların her birinin adeta bir sfenks gibi toprağa bağlanışı, taşıyıcı duvarla bütünleşen yükseklikleri ile üniversite kapısı ve köşkleri, Cami’nin önemsizleştirilmesinin, yön zıdlığının, yani kıble yönünün reddinin başlıca unsurlarıydılar.

Alanın tekrar düzenlenmesi söz konusu olunca, birçok aydın bu yapıların yıkılmasının tek çıkar yol olduğunu savundu. Oysa, yaptığımız her şey inanç sistemimizin bir parçasıdır ve inanç sistemimiz tavrımızı belirler. Bu bakımdan, tarih içinde ortaya çıkmış kuvvet tezahürü bir yanılgıyı tekrar kuvvet kullanarak yok etmek, savaşlar zinciri yaratan yeni bir yanılgı olacaktı.

“Bu çelişkiden önce ne vardı?” sorusunu sormak, çelişkiyi tarihi oluşum içinde anlatma çabasını göstermek gerekliydi. Meydan, esasında saray duvarı ile cami kompleksi arasında yer alıyor ve meydandan saray bahçesine bir ‘dar kapı’dan giriliyordu. Beyazıd Meydanı’nda XIX. asrın ikinci yarısında kuvvetin temsilcisi olan Harbiye Nezareti inşa edilmişken, 1960’da bilim bilinci geliştirmeyi amaçlayan İstanbul Üniversitesi yer alıyordu. Bu bakımdan, çelişkiyi üniversite bahçesi içinde hapsetmek ve caminin kıble yönünü reddeden üç yapıyı bilimin araştırma alanı içine almak üzere, camiyle bu çelişki unsurları arasına yeni bir unsur, kıble istikameti ile bağdaşan bir set tasarlandı. Bu sete Eski Saray kapısı gibi ‘dar’, hızlı hareketin ifadesi kesintili bir merdiven ile çıkılması öngörüldü. Seviye ve yön çelişkisi böylece çözülürken, bu tarihî yanılgı sonraki nesillere intikal etmek üzere yerinde bırakıldı.

Üniversite girişi, yaklaşma yönümüze tam karşıdan bakan, hakim bir unsurken, yanından yaklaşılarak erişilen ve set üzerindeki yoğun ağaç kümesi arkasına gizlenen tali  bir unsura dönüştürüldü.

Meydanda yağmur sularını toplayacak meyiller düzenlenirken, oluşturduğumuz bu set duvarının eziciliğini bertaraf etmek üzere, set duvarına doğru küçük bir eğim verilmesi düşünüldü. Ancak, ilave edilen bu yeni meylin etkisi ile caminin yere bastığı zemine göre devriliyor tesiri yapmaması için, bütün meydanın meyil düzeni özel şekilde incelendi. Bu türlü görünüş yanlışlıklarını gidermek üzere cami, su toplama yerlerinin oluşturduğu çukur alanlara göre takriben 15 cm. yükseklikte bir tepe üzerine yerleştirildi. Ne var ki, 1965’de proje sorumluluğundan ayrılmamdan sonra meyil düzeni de tamamen değiştirildi. Bugün maalesef, meydanın birkaç noktasından bakıldığında cami, üzerinde oturduğu meyile göre devriliyormuş izlenimi vermektedir.

Meydan kaplaması ise, projemizin diğer önemli bir unsuruydu. Eskiden iyi stabilize olan zemin XIX. asrın ikinci yarısından sonra değiştirilmişti. Zemin döşemesinin, camiyi belirleyecek, ortaya çıkaracak, ağaçlar ve çiçekler ile uyuşacak bir rengi ve dokusu olmalıydı.

Stabilize zemine en yakın renkte olan tuğlayı teklif ettik. Eski İstanbul’da ve diğer Osmanlı şehirlerindeki konut çatılarının yekpare kiremit örtüsünün ve bu defa zeminde, adeta bir halı gibi tekrarını oluşturacak tuğla kaplama, Büyük Selçuklu ve Anadolu Selçuklu tuğla geleneğiyle bir bağlantı kuracak, giderek, Türk-Moğol renk ananesini hatırlatacak tuğla rengiyle caminin gri-beyaz tonu ve cephesinde kullanılan renkli taşlar tedailer oluşturacak, camiyi örten kurşunun nakış gibi işlenmiş dokusu, yaz-kış değişen renkleriyle kestaneler, çınarlar ve servilerin karışımıyla bütünleşerek meydanı vücuda getirecekti.

Ancak, tuğla kaplama, maliyetinin de düşüklüğüne karşın uygulanmadı. Renginin kırmızı olduğu ve bu malzemeyle kaplandığında meydanın Kızıl Meydan’a benzeyeceği savıyla önerimiz engellendi. Yerine şematik, haşin bir granit kaplama uygulandı.

1957 yılında, Ordu caddesi ile Cami ve Medrese arasında yer alan XVIII. ve XIX. asır yapı adalarının yıkılmasıyla oluşan dev boşluk ve iyice belirginleşen kıymetler zıtlığı ise ancak, yayaların cami ve medreseye yönelik yaşayacakları bir düzenlemeyle giderilebilirdi. Bu amaçla, cami çevresindeki boşluğu da yayalara tahsis eden ve trafikli yoldan ayırıp himaye eden bir yapı grubu önerildi.

Teklifimiz cadde ile meydan kotları arasındaki seviye çelişkisini çözen ve değişik seviyelere oturtan yapılardan oluşuyordu. Bu yapı grubu, eski şehirde olduğu gibi, şehrin tarihi oluşumunun bir devamı niteliğindeydi. Her yapı, çevresindeki mihrak mahiyetindeki yapılardan hareket ederek ve komşularının durumlarını göz önünde tutarak yönlendirildi. Eski İstanbul’un tek veya iki katlı, bahçeli, avlulu evleri, insanların yeryüzündeki özel cennetleriydi.

İnsanların mütevazi, saygılı ve herhangi bir gösterişi yansıtmayıp, yegâne yönelişin Mescid’in Kâbe’ye yönelişi olduğunu vurgulayan tavrının sembolü olan evlerin bir devamı olacak bu yapıların camiyi sarması, modern makine kültürünün vahşi gürültüsünden ve tek yönlülüğünden koruması; insana, varlığın bilincine ulaşmış olarak yönünü tayin etme fırsatını vermesi bu yapıların tasarım amacı idi.

Kapalıçarşı çıkışında, Cami’nin hazire duvarına doğru ilerlendiğinde farkedilecek bir meydancık, bir çınaraltı kahvesi, insanların birbirleriyle buluşacakları, Cami’nin, ağacın, günün çeşitli saatlerinde değişen ışığın ve gölgelerin tadına varacakları bir ‘Yer’ ve bu yeri caddenin gürültüsünden koruyacak duvar karakterinde bir han kolu, Cami yönüne bakan ve Ordu caddesini trafik arteri olarak tarif eden bir yapı tasarlandı.

Medrese çevresinde ise, hem Ordu caddesinden hem de Meydan kotundan girilebilecek küçük bir müze, bir sanat galerisi olarak projelendirildi.

Çeşitli fonksiyonları barındıran bu yapıların mimarisinde Cami ve Medrese’nin üslûp özellikleri arasında bağlar kurulması zaruriydi. Üstü açık, yan duvarlarındaki pencereler ile sonsuzluğa açılan, son cemaat avlusundan geçerek içine girdiğimiz Cami sütunlar, sütun başlıkları, sivri kemerler, kubbe kasnağı, kubbe gibi çeşitli mimarî elemanların birbirlerine bağlandığı tezyini bir strüktürdür. Cami’nin ibadetle bütünleşen transandantal dünyası, bu iç mekândan son cemaat yerine, oradan da Meydan’a ulaşır ve Meydan, bu transandantal dünyanın devamı olarak varolur; ağacı, seti, döşemesi ile bu ilahi idrakin ayrılmaz bir parçasıdır.

Kalbini gururdan, kendini nefsanî isteklerden temizlemiş, mütevazi, gelecek endişesi içinde hüzünle yüklü ve Allah’ın Rahman ve Rahim oluşunun getirdiği emniyetin neşesi ile meşbu bulunan insanın tavrına uygun bir çerçeve içinde yaşama imkânını verecek bir mimari nasıl olabilirdi?

Ruh halini tarif ettiğimiz insana saygı gösteren, onun bu ruh hali ile oluşan yüce kişiliğini hiçbir şekilde zedelememeye yönelik, o insanı kontrol etmeye hiçbir şekilde teşebbüs etmeyen bir tarafsızlık, çekingenlik içinde olan bir mimari geliştirmek gerekliydi.

Malzeme ve teknoloji bu önkabuller içinde ele alındı. İnsanları geçilen büyük açıklıklar ile ve büyük açıklığı geçen elemanın gizli güçleri ile şaşırtmak, büyülemek, pahalı malzeme ile etkilemek böyle bir mimari için geçersizdi.

Malzeme kontrastları, malzemelerin şahsi özelliklerini ortaya çıkartmak, onları tezyini unsurlar haline getirmek üzere kullanıldı. Yapıların betonarme iskelet içinde ahşap ve tuğla dolgulu, kiremit örtülü saçaklar ile korunmuş birimler olması tasarlandı. Çatı örtüsü unsurlarının tekrar eden kullanılışı, saçaklar, tuğla dokular, kiremit dizilerinin sistemin tezyini karakterinin teknoloji ve malzeme düzeyine yansımaları olarak ele alındılar. Malzemeler veya başka unsurlar hiçbir şekilde kendi başlarına birer kurtarıcı olarak telakki edilmeyerek insanların bir fetişler alemine itilmesinden kaçınıldı.

1957 yanılgısı ile yaratılan ‘seviyeler çelişkisi’ni ilişkiler zenginliğine dönüştüren araçlar olarak düşündüğümüz bu yapılar, transandantal kozmolojik görüşün biçimlendirdiği cami, medrese, imaret ve hamamın çevrelediği sınırsız sonsuz mekân ifadesi taşıyan Beyazıd Meydanı’nda, insan ürününün sınırlılığının ifadesi olarak insanın günlük ihtiyaçlarının barınakları olarak tasarlandı.

Onlar, caminin kalıcılığına, ağırlığına karşı, geçici,hafif strüktürlerdi. Her yönden ulaşılabilirlikleri ve görülebilirlikleri ile bu tektonikler bir başka kalıcılık düzeyinde caminin mafsallardan oluşan strüktürüne eklenerek tekrar etmekte, cami ve çevresinde oluşturdukları çerçeveler ile yayaya camiyi her adımda değişen açılardan göstermekteydi.

Çeşitli el sanatları ürünlerinin satıldığı dükkânların, kitapçıların, kahvenin, müzenin yer aldığı bu yapıcıklar bir bakıma Meydan’da kurulup kaldırılan rengârenk çadırların bir tekrarıydı. Eski Saray’ın bahçesi ve içindeki köşkler ve kasırlar gibi birçok yöne bakan yapılardan oluşan bir bütünlük bu defa eski gül bahçesinin yerinde ele alınmış oldu.

Ancak, ‘hayal’imiz bugüne kadar gerçekleşmedi. Meydan bugün tamamen yayalara tahsis edilmiştir. Caminin görünüşünü kapatacağı iddiası ile inşa ettirilmeyen dört ila altı metre yüksekliklerindeki yapı gruplarının yerine dikilen ağaçlar bugün on, oniki metre yüksekliğe ulaşmıştır. Cami’yi belirleyen, ona ölçek kazandıran tasarımlarımızın gerçekleşmemesine rağmen, insanlar bu ağaçlar altında oturma ve taşıt trafiği ile karşılaşmadan, meydanda yaşama fırsatına kavuşmuşlardır.

(Arrademanto Dekorasyon, 1991/3)

(Cansever, Şehir ve Mimari Üzerine Düşünceler, S. 153-169)